Bağımlılık ve zekâ öyküsü…



Bağımlılık ve zekâ, deha ve delilik gibi aynı noktada buluşup uzun süre bir arada yol alabilir mi? Birbiriyle ters düşen iki durum olduğundan alamaz! Alsa dahi bu yolculuk sağlıklı biçimde gerçekleşmez; hastalıklı bir tablo çıkar ortaya. Çünkü ‘zekâ’, düşüncenin gücü olarak varlık gösterirken ‘bağımlılık’, aklı ve iradeyi çalışmaz hale getirip zekânın işlevselliğini yok eder. Peki ya kurgusal karakterlerde?

Gerçek şu ki, söz konusu kurgusal dünya olunca işin rengi değişiyor. Bir anda en olmaz denilen şeyler allanıp pullanıp önümüze konabiliyor. Teknolojinin yarattığı olanaklar sayesinde imkânsız dünyaları rahatlıkla kurmayı başaran yapımlar, karakterleri de istedikleri gibi şekillendirebiliyorlar. Hedef, ilgi çekici-ses getirici işler ortaya koymak olunca hayranlık uyandırabilecek-imrenilecek özelliklerle donatılmış karakterler, reytinge odaklı senaryolar vasıtasıyla ete kemiğe bürünüveriyor bir anda. Tabi bu meyanda, içeriğe hareket getirmek adına, birbiriyle bağdaşmayan özellikler de yüklenebiliyor karakterlere.

Nitekim Netflix’in ölçümüne göre ilk bir ayında en çok izlenen dizi olan ve 63 ülkenin tercih sıralamasında birinciliğe yerleşen ‘‘The Queen’s Gambit’’ ile yaratılan kadın kahraman da bu duruma güzel bir örnek!
Şöyle ki; Elizabeth Harmon yani kısaca Beth karakteriyle, kadınların zekâ gerektiren satranç oyununda varlık göstermelerine dair bir öykü yaratan dizi, kadını zekâsıyla ön plana çıkartma misyonunu üstlenirken aynı zamanda bu karakteri ilaç bağımlısı olarak gösteren bir yol haritası da çizerek, başta değindiğimiz ‘bağımlılık-zekâ’ denklemini kurmuş durumda.

Bu bağlamda, kadını överken aynı anda ona atfettiği zayıflıkla çaptan düşüren işlerden biri olarak gördüğüm mini dizi ‘‘The Queen’s Gambit’’in içeriğine kısaca göz atmakta fayda var diyorum. Zira ancak bu şekilde ‘bağımlılık-zekâ’ denkleminden gelişen olumsuzlukları daha net ortaya koyup diziyi hak ettiği biçimde değerlendirebiliriz. Ancak bundan önce kadınların satrançtaki yolculuğunu hatırlayalım.

 

SATRANÇTA KADIN VARLIĞI

Son günlerin popüler dizilerinden olan ‘‘The Queen’s Gambit’’in, Türkçedeki karşılığıyla ‘Vezir Gambiti’nin değerlendirmesine geçmeden önce dizinin odaklandığı ve erkek tekelinden çıkartıp kadın varlığıyla bağdaştırdığı satranca dair birkaç söz söylemek isterim.
Öncelikle satranç nedir? En kestirmeden ‘Bir oyun’ diye cevaplamak mümkün. Lakin bu şekilde kestirip atmak satrancın zekâ barındıran özüne ve tarihsel varlığına hakaret olur. O nedenle biraz daha kapsamlı bakmak lazım satranca.

Bu noktada satranç için; Mısır Piramitlerindeki kabartmalarda görülen, M.S. 6. yüzyılda Hindistan’da ortaya çıkan, efsanelere konu olan ve bir Hint atasözüne göre ‘Satranç bir sineğin içebileceği, bir filin yıkanabileceği bir denizdir’ şeklinde yorumlanan bir oyun diyebiliriz. Hal böyleyken tarihten günümüze çok şey söylenmiş satranç için…

Mesela… ‘Satranç tahtası insan zihninin jimnastik salonudur’ demiş matematikçi düşünür Pascal… Öte yandan ‘Hayat, satranç için çok kısa’ değerlendirmesinde bulunmuş Romantizm akımının önde gelen isimlerinden olan edebiyatçı Byron. Dahası ‘Satranç insanlık için bir lanettir’ sözüyle en ağırından tanımlamış bilimkurgunun ünlü isimlerinden H.G.Wells! Velhasıl gereksizlikle derinlik arasında, türlü yorum yapılmış, zekâ işi satranç için.

Peki, bu oyun en çok kimlerin ilgisini çekmiş? İşin içinde zekâ olur da üstünlük taslayan kesimler bundan geri durur mu? Durmamışlar da nitekim. Böylece önceleri soylular arasında popüler olan satranç, ‘Kraliyet oyunu’ olarak anılmaya başlanmış. Kilise tarafından uygun bulunmazken, Şövalyelerin yiğitlik erdeminden biri sayılmış. 19. yüzyılda bugünkü standart halini alan satranç, halka inmiş ve düzenlenen turnuvalarla dünya genelinde zekâların yarıştırılmasını sağlamış.

Görüldüğü üzere satrancın tarihsel varlığında hep bir üstten bakma durumu mevcut. Dahası tüm bu süreçte dikkat çeken detay, satrancın ‘erkek oyunu’ olarak nitelendirilmesi! Erkek egemen dünya, kadın beyninin matematiğe daha az yatkın olduğu düşüncesine dayanarak, kadın zekâsının satrançta ustalık sergileyemeyeceğine kanaat getirmiş adeta. Kadınlar da, gerek aile telkini gerekse toplumsal yönlendiricilik sonucu, özgüvenlerini harekete geçirmek yerine kendilerine biçilen bu değeri kabullenip satrançta ustalaşmaya gerek duymamışlar. Bundan dolayı da 1962’ye dek kadınlar arasından Büyükusta (Grandmaster) çıkamamış.
Anlayacağınız Dünya genelinde 37 kadının ‘Büyükusta’ unvanını taşıdığı günümüze gelene kadar kadınların satranç cephesindeki varlığı oldukça kısıtlı!

Lakin her şeyin bir ilki vardır derler. Satrançta da bu ilk Gürcistan’dan çıkmış. İlk kadın Büyükusta unvanına sahip Nona Gaprindashvili ile 1962’den itibaren kadınların satranç zekâsı ortaya konunca, devamı da gelmiş. 1978’de yine Gürcistan’dan Maia Chiburdanidze çıkmış ortaya. Sonra Judit Polgár 15 yaşındaki büyük başarısıyla o tarihe kadarki en genç Büyükusta oluvermiş. 2000’li yıllara gelindiğindeyse Çin’den Hou Yifan mucizesi çıkmış ve 14 yaşındaki satranççı en genç kadın Büyükusta sıfatını almış.
Özetle; Erkeklerin yarattığı ‘Saçı uzun, aklı kısa’ sözüyle küçümsenen kadının satrançtaki varlığı yakın tarihe kadar pek mevcut değil maalesef. Zaman içinde bu durum değişim gösterse bile, sokak oyuncularından turnuvalara, kadın satranççıların sayısının yine erkeklerin gerisinde kaldığı ortada. Ne yazık ki, kadınlardan yeterli yönelimin olmadığı bu alanda erkekler hep önde gitmekte.

Peki, ‘‘The Queen’s Gambit’’in kurgusal popülerliğinin bu tabloya bir etkisi olur mu? Bakalım.



 
‘‘THE QUEEN’S GAMBİT’’TE KADIN PİYON MU?

‘Gambit’in satrançta avantaj elde edip oyunun kontrolünü ele geçirmek için bir veya daha fazla piyonu feda ederek yapılan açılışlara verilen isim olduğunu belirterek söze başlayacak olursak, ‘‘The Queen’s Gambit’’in hikâyesindeki feda edilebilecek taşlar da daha yerine oturacaktır diye düşünüyorum.

Kuşkusuz bu feda etme mantığı, duruma ve yoruma göre değişiklik gösterebilir. Hani 1950’nin Büyükustası Rueben Fine’ın ‘Piyon vermektense parmak vermeyi tercih ederim’ sözüne karşılık, 1977’de Büyükusta unvanına hak kazanan Roman Dzindzichashvili ‘‘Bu kimin Piyon’u ve kimin parmağı olduğuna bağlıdır” cevabı var ya… İşte o misal!

Dolayısıyla biz kendi yorumumuzla ‘‘The Queen’s Gambit’’te feda edilene bakalım şimdi.
Sıkılmadan izlenebilecek mini dizilerden olan ‘‘The Queen’s Gambit’’ için ilk sözüm, içeriğinin herkese hitap edebilecek türden olmasına karşın herkesin hoşuna gidecek bir tempoya sahip olmadığı yönünde.
Şöyle ki; Dizi, maçına yetişmek için koşturan bir genç kadının otel odasındaki zihinsel ve bedensel dağınıklığından yapıyor açılışını. Hemen sonrasında yutulan yeşil haplardan kazanılan özgüvenle, masada bekleyen erkek rakibin karşısına oturan kadının gözlerinden maziye dalıp buradan sürdürüyor gelişimini.
Konunun nasıl ilerlediğini, neler olup bittiğini anlatacak değilim burada. Onu diziyi izlemek isteyenlere bırakıyorum. Ancak kadın karakterin bağımlılıkla-zekâ denklemindeki açmazda kahramanlıkla-piyonluk arasındaki varlığını vurgulamak için çocukluk dönemine dair birkaç vurgu yapmamız da kaçınılmaz.

Öncelikle Elizabeth Harmon yani kısaca Beth’in, babasını uzak tutarak çocuğunun babasız büyümesine sebep olan akıllı ama sorunlu bir anneye sahip olduğunu… Annesinin kullandığı bir araba yolculuğunda ‘Gözlerini kapa’ sözünün ardından yaşanan bir kazayla kimsesiz kalıp Kentucky’deki yetimhaneye yerleştirildiğini söylemek isterim. Zira bu detaylar Beth’i bir yandan güçlendirirken diğer yandan güç elde etme uğruna feda edilmeyi göze alabilen piyon konumuna sokan türden!
Yetimhanede vitaminle birlikte çocuklara düzenli olarak dağıtılan sakinleştirici özellikteki yeşil haplara bağımlılığı, kendinden büyük bir kızın yol gösterici söylemiyle gelişiyor mesela. Kendisine yapılan bu telkine tereddütsüz uyum göstererek ilk fedasını sergileyen ve piyonluk yolunda ilk adımı atan dokuz yaşındaki Beth, gözü dönmüş bir bağımlı haline gelip yoksunluk krizine girdiği anda kendinden yaptığı fedakârlığı zirveye taşıma yoluna giriyor böylece.

Sakinleşerek satranca odaklanmak için avuçla hap yutmakta sakınca görmeyen Beth’i sıradanlıktan çıkartan ve hayatında dönüm noktası olan yegâne durumsa, bodrumdaki hademeyi uzaktan izleyerek satranç öğrenmeye başlaması!

Burada üstünde durulması gereken iki detay var. İlki, kısa sürede hiç de çaylak bir oyuncu olmayan hademeyi yenmeyi başarıp ondan açılışların sırrını öğrenen Beth’in satranç zekâsının ortaya çıkması… Diğeri de parlak ve pratik zekâsına karşın kitlelere kendini gösterme aşamasında içine düştüğü stres aczinden kurtulmak için yeşil hap bağımlılığından medet umması. Bu ikili yıllara yaygın biçimde Beth’i sarmalarken, aynı zamanda onun aracılığıyla satrançta öne çıkartılan kadın kimliğini piyonlaştırıyor maalesef.

Walter Tevis’in aynı adlı romanından uyarlanan ve 1960’lı yılları atmosfer yaparak adeta ilk kadın Büyükusta Nona Gaprindashvili’ye selam çakan dizide, Bath’in bağımlılık-zekâ denkleminde bocalayarak piyonlaşması bununla da sınırlı kalmıyor üstelik. Koruyucu aileye gitmesinden sonra yeni bir piyonluk evresi başlıyor. İyi bir Hıristiyan ailesinin evindeki olanaklardan nasiplenmek adına uyumlu davranma halleri sergileyen, okuldaki züppe kızların küçümseyici bakışlarına aldırmıyor görünmeye çalışan ve duygusal deşarjını tavanda hayal ettiği satranç tahtasıyla sağlayan Beth bu kez de, evlilik uğruna piyano yeteneğinden vazgeçmiş tipik ev kadını Alma’nın piyonuna dönüşüyor.

Kocanın terk ettiği evde alkolden ve yeşil haplardan destek arayan anne konumundaki kadın, satrancın para kazanma aracı olduğunu öğrendiği anda bunu avantaja çevirmek için kolları sıvıyor. Beth’i turnuvalara teşvik eden kadın iyilik yapıyor gibi görünse bile temelde, kendini kurtarmak için Beth’in zekâsını ufak ufak sömürüyor. Bu meyanda kızı alkole yönlendirmesi de cabası!
 
SONUÇTA; Bazıları için sıkıcı gelmesi muhtemel ‘‘The Queen’s Gambit’’ dizisi gerek oyunculuk gerekse dönemsellik açısından kaliteli bir çalışma. Lakin içeriğin kadın mantığı kendini sorgulatan türden! Zira her ne kadar satranç dâhisi vasfındaki Beth karakteri ‘Kadınlara hediye’ olarak görülse de, özünde kadın zekâsını övmekten ziyade, gizliden gizliye erkek üstünlüğünü vurgulamak için kullanılan bir piyon konumunda.

Dolayısıyla ‘‘The Queen’s Gambit’’ dizisinin sağ gösterip sol vuran bir mantığa sahip olduğunu… Kadınları, baskı-stres altında paniğe kapılıp ilaçlardan-alkolden destek bulmaya çalışan zayıf varlıklar olarak ele alarak işlediğini söyleyerek… Ve bağımlılığı, zekâyla buluşturma çelişkisini Karpov’un ‘Satranç, zihinsel işkencedir’ sözüyle denkleştirerek koyalım noktamızı. İyi seyirler…
 
Anibal GÜLEROĞLU