“Gelecek güzel günlerden kalben emin, aynı sofrada aynı neşeyle yenecek şeyler biriktirme fikri karnımın içini yakıyor. Nasıl bir her şeyin yerli yerinde, yoluyla yordamıyla akıp gitmesidir ki bu, nasıl bir düzlüktür, nasıl mutlak bir huzurdur… Sahiden oturup üç ay sonra ne yemek münasip gelirin muhasebesini tutabiliyor insan. Aklıma sığmıyor.”
 
İnsan bir sabah, kış hazırlığı yapmak adına her şeyi kurutmaya kurulu bir makine gibi uyanabilir. Hatta bir ara kendini de kurutsa, biraz da kavanoz içinde kafa tutsa hayata, hiç de fena olmayacağını düşünebilir. Veya üzerinde yengesinin lohusa pijamaları varken aşk acısı çeken bir kadın, pat pat kavun alabilir eve giden yol üstünde bir traktörden. Yahut sevdiği beyle gayet naif halde evlenen bir kadın, on beş yıl sonra çocuklarının peşinden koştururken ufak bir cinnet halinde bulabilir kendini. Bunlar çok da anormal şeyler değildir.
 
   “İnsan nasıl büyüyor deseler, derim ki şaka bir yana, tepine tepine ağlamak isterken birilerinin çayını tazeleye tazeleye büyüyor.”
 
Ceylan Taş, okurlarına, bambaşka yokuşları aşsa da acıları da kahkahaları da bir olan, yorganın altından çıkarken ince ince kırılmış bir vazoya dönüşse de bir şekilde yaşama devam eden, aştığı dik yokuşlarda üşütmemek için sırtına bir yelek de almayı ihmal etmeyen kadınların hayatlarından kesitleri yaşamın en naif kıyısından sunuyor. Siz de Eyvahlar Olsun’u okurken çokça tebessüm ederken, sonlara yaklaştıkça boğazınızdaki düğüm eşliğinde tüm karakterlere sıkı sıkı sarılmak, balkonlarda oturup dertlerinizi demlik demlik akıtmak isteyeceksiniz!


 
147. Sayfadan:


“Hikâyenin sonunda kimse aynı apartmana ya da aynı mahalleye taşınmadı. Aynı balkonda oturup sabaha kadar akıtmadı derdini ortaya demlik demlik. Herkes olduğu yerde, olduğu halle kaldı ve kimse mühim işler peşinde koştuğu bir gün, tam köşeyi dönecekken ezkaza biriyle çarpışıp hayatının aşkını bulmadı. Açıkçası mühim işler peşinde koşan da olmadı.

Nihayet öyle bir gün gelmedi ki hiçbiri o günden sonra artık başka biri olmadı. Bir yerden çıkacağı ümidiyle aranıp duran mutluluğun o saklı formülünü hiçbiri bulmadı. Hiçbiri şefkatle sarıp sarmalandığı bir yumağın içinde ölene dek mutlu mesut olmadı.

Hiçbiri, ağlarken burnunun ucu kızarmış altı yaşında bir kızı andırmadı. Kötü göründü hepsi üzgünken, yüzlerinin üstünü garip bir karanlık örttü her defasında. Hiçbiri sert kayalıklardan fırtına gibi esip geçmedi. Hepsinin sırtı üşüdü. Hepsi yelek giydi. Hepsi gözyaşlarını sildiği peçeteyi buruşturup yeleğinin cebine koydu, onu bir gün bulmak üzere orada unuttu. Hepsi, her gün bir yol kenarında, bir bakkalda, bir dolmuşta...

Bir pazarın içinden, bir ağacın altından, bir kedinin ya da su dolu bir çukurun yanından... Birbirlerine değmeden geçip gitti. Aynı baştan aynı sona akarken hepsi diğerini başka sandı.
Hepsi yanıldı.”
Editör: TE Bilisim