Sevgili dönem arkadaşlarım, değerli hocalarım ve kıymetli misafirler, hoş geldiniz.

2 ay sonra hekim olacak 140 meslektaşımdan biri olarak karşınızdayım. Bugün, var olduğundan beri hep kutsal bir uğraş olarak görülen ve saygı duyulan bir mesleğe sahip olmanın gururunu sizlerle paylaşıyoruz.

6 yıllık eğitim sürecine bir bütün olarak dönüp baktığımda gördüğüm manzarayı tarif etmek gerekirse 32 yıllık köklü bir üniversite olmamıza rağmen; yeşil alanlardan mahrum, öğrencilerin oturup sosyalleşebileceği bankların dahi olmadığı, öğrencinin bütçesine hitap eden bir kantinin hizmet vermediği bir kampus… Artan kontenjanlara yetersiz kalan kalitesiz bir amfi binası, yetersiz laboratuarlar, anatomi salonlarında birbirimizi ezerek 10-15 yıllık kadavralarla yaptığımız pratikleri, arkadaşlarım hatırlayacaktır. Bugün fiziki açıdan birbiriyle tamamen alakasız binaların oluşturduğu bir üniversite görmekteyim. Amfilerden olabildiğince uzak bir konumda sözüm ona öğrenciler için yapılmış piyasayla aynı pahallılıkta öğrenci kantinlerimiz mevcut. Bütün bunlara rağmen burada acısıyla tatlısıyla 6 yıl geçirdik. O daracık pratik salonlarını eğlenceli ve eğitici ortamlar haline çevirmeyi başardık.

Şu an geldiğimiz noktadan bahsedecek olursam; bizim adımız intörn. Yani şöyle demek istedim. 5 yıllık teorik ve pratik eğitim sonunda hocalarımızın gözetiminde hekimlik pratiği yapmayı umarken; yeri geldiğinde hastayı filme götüren hasta bakıcı, yeri geldiğinde bozuk EKG cihazını tamir eden teknik eleman, yeri geldiğinde servislere malzeme taşıyan personel, TA, nabız, ateş takibi yapan sağlık memuru, koca serviste çalışan tek yazıcıyı bulup hasta sonucu basan tıbbi sekreteriz. Yani hekim dışında her şeyiz! Pratiğimize uygun bir görev tanımı yapmak gerekirse bizim önerimiz, ‘geniş spektrumlu sağlık çalışanı’dır.

Öte yandan mevcut yetersiz fiziki alt yapıyı iyileştirmeden kontenjanları artırıp öğrencileri tıp fakültesine dolduran sistemin de nasıl nitelikli tıp eğitimi vermesi bekleniyor? Koruyucu hekimliğin hiçe sayıldığı ülkemizde bizlere sorulan ‘Ne doktoru olacaksın’ sorularıyla uzmanlaşmaya itiliyoruz. Pratisyen hekimler reçete yazmak ve sevk etmekten başka hiçbir işe yaramayan konuma sokuluyor. Uzman sayısının pratisyen sayısından fazla olduğu ülkemizde, aslında pratisyen hekim tarafından birinci basamakta düzenlenmesi gereken tedaviler, 2. ve 3. basamakta performans baskısı altında çalışan asistan ve uzman hekimler tarafından düzenleniyor ve bu da gereksiz iş yükü oluşturuyor. Ayrıca bildiğimiz üzere ya da daha doğrusu çoğumuzun bilmediği üzere tıp eğitimimizde Bologna Modeli’ne geçiliyor.

Bologna Modeli, üniversiteleri bilim yuvası olmaktan çıkarıp onları şirketleştirmenin ya da sermayeye açmanın cafcaflı adıdır. Bu model ile üniversiteler evrensel bilgi üretmek yerine sermayenin istediği bilgiyi üretecektir. Tıp fakültesinde toplum sağlığı, koruyucu sağlık hizmetleri gibi konularda geniş ufka sahip hekimler yerine, piyasa ihtiyaçlarını karşılayan tek tip hekimler yetiştirilecek.

Bizce Tıp eğitimi; özgürlükçü, antiotoriter, merkezileşmemiş, toplumla bütünleşmiş, piyasa kurallarından bağımsız işleyen, her türlü homofobik ve transfobik tutuma karşı yani cinsiyet özgürlükçü, toplumun ihtiyaçlarını gören, tedavi edici değil önleyici sağlığı öne çıkaran bir eğitim olmalıdır.

Fakat bildiğimiz üzere Tıp eğitimi sağlık sisteminin ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Zaten sıkıntılı olan sağlık sistemi son zamanlarda daha da kötü bir duruma gelmiştir. Her şeyin özelleştirildiği, hastaların müşteri olarak görüldüğü, sağlık çalışanlarının geleceğinin ve hastalarımızın sağlığının taşeron şirketlerin üç kuruşluk karı için akıl almaz oyunlara kurban edildiği, kırılan bir ambulans aynasının bile hekimin canından daha kıymetli olduğu bir dönemdeyiz. Her gün şiddet görme, öldürülme korkusuyla çalışan bizlerden, 36 saate kadar uzayan çalışma sürelerinde günde 100’den fazla hasta bakarak hasta-hekim görüşmelerinin beş dakikanın altında olduğu bir ortamda çalışmamız ekleniyor.

Kutsal mesleğimiz itibarsızlaştırılıyor ve özlük haklarımız hiçe sayılıyor. Sağlık çalışanlarına karşı uygulanan şiddeti yetersiz cezai yaptırımlar daha da körüklüyor. Öyle bir dönem ki, bizler açığı aranan potansiyel suçlu olarak görülüyor, hasta yakınları tarafından tehdit ediliyoruz ve bu duruma sessiz kalınıyor. Bilinçli olarak halkımız bize karşı kışkırtılıyor. Bizim her hareketimiz, hatta kendi haklarımızı savunmamız bile para arayışı olarak gösteriliyor. Yeterli tıbbi olanak yokken, bizden mucizeler bekleniyor. Tüm bu güçlükler içinde hata yapmaya itilen bizler, çeşitli meslek gruplarını avı haline geliyoruz.

Tüm bunlara rağmen hepimiz öğrencilik hayatımızın son demlerini yaşarken, yıllardan bu yana hayalini kurduğumuz hekimlik mesleğinin onurlu fertleri olarak hayat sahnesinde yerlerimizi alacağız. Hepimiz adına asıl olan, iyi hekimler olabilmektir.

İyi hekimlik iddiası olan bizler; sağlık hizmetini kamusal bir hak olarak görüyor, sağlığın ticarileştirilmesine ve meslek barışını bozan performans sistemine karşı çıkıyoruz. Toplumun sağlığını önceleyeceğimize, toplumun bütün sorunlarını sahipleneceğimize ve çözüme dönük mücadele vereceğimize söz veriyoruz.

Son dönemde ülkemizde ve dünyada yaşanan gelişmeler elbette hekimlik mesleğini de ilgilendirmektedir. Özellikle insanların en temel haklarının elinden alındığı, beden bütünlüklerine ciddi zararların verildiği Gezi direnişi sürecinde asli görevlerini onurlu bir şekilde yerine getirdiği için hekimlik mesleği yargılanmış, baskı ve şiddete maruz bırakılmıştır. Gezi’de, Lice’de, Soma’da, Roboski’de yaşanan katliamlar karşısında temelde yaşam hakkını savunan bizler Bedrettin’leri, Pir Sultan’ları, Nesimi’leri doğuran bu toprakların hekimleri olarak aydınlık, güzel günler için görevimizin bilincindeyiz.

Sözlerime son verirken; üzerimde emeği geçen sevgili anneme ve babama, değerli hocalarıma, 6 yıldır hayatımı paylaştığım başarımın arkasındaki gerçek güce yani Tara’ya, değerli dönem arkadaşlarıma, biz intörnleri insan yerine koyan sağlık emekçilerine ve öğrenci işlerine teşekkürü bir borç bilirim.

Dr. Erdem ÖRNEK