Gündüz vakti rüya görmekse sinema, var mısınız onun gizemli ve zorlu geçmişine bir yolculuk yapmaya? Öyleyse haydi hep beraber uzanalım, HUGO CABRET’nin gizemli dünyasına.
Karşımıza çıkan ilk görüntü, kartpostallardaki kadar güzel, karlı Paris sokaklar… Eyfel Kulesi’ni geçip varılan nokta, hayatın alabildiğine coşku içinde yaşandığı ve insanların akın akın üstünüze geldiği Paris Garı... Çiçekçisi, müzisyeni, pastacısı, kitapçısı, oyuncakçısı… Zengini, yoksulu, bekçisi, hırsızı… Ne ararsanız var bu platoda! İşte başkahramanımız Hugo Cabret de istasyondaki kocaman saatlerin ardındaki çarkların dünyasından gözetlemekte yaşamı. Bir çörek, bir şişe süt tüm ihtiyacı. Babasından tek anı olan ‘Otomaton’u tamir edebilmekse tek amacı! Zamanın dakikada altmış saniye olduğu ve her şeyi kapsadığı hayat düzeninde, işin sırrı ‘çarklara uygun malzeme’ bulmakta… Hikâyenin devamı sinemada...

Oscar ödüllü yönetmen Martin Scorsese’in yönetmenliğinde, 3D’nin derin atmosferinde beyazperdeye aktarılan Brian Selznick’in ‘Caldecott Madalyası’ kazanan ‘The Invention of Hugo Cabret’den uyarlanma bir şölen! Seyirciyi, büyülü atmosferine çeken filmde, 'Star Film Company'yi kurarak sinema sektörünün gelişmesine önderlik eden ve ‘Ay’a Yolculuk’ filmiyle roketi Ay’ın gözüne sokan Fransız yönetmen-senarist ve aktör Georges Méliès'nin öyküsü işlenmekte.
Birinci Dünya Savaşı’na dek çok sayıda film yapan ve sonrasında hayatın gerçekleriyle fazlaca yüzleşen insanların ilgisini kaybeden Georges Méliès üzerinden sinemanın geçmişine değinen HUGO CABRET, bugünün kolaycı sinemacılarına bir ders niteliğinde!
Renkli film yapabilmek için karelerin tek tek boyandığı, tüm yokluklara rağmen hala güzelliğini koruyan filmlerin üretildiği o yılların film stüdyolarındaki özverili çalışmaları aktaran HUGO CABRET, aynı zamanda insani değerleri de öne çıkarmakta. Yetimhanelerin ‘emirlere itaat etmeyi’ öğreten yerler olduğunu vurgulayarak, zıt söylemle ailenin önemine dikkat çeken filmde kitap okumanın ve sinemaya gitmenin maceracı yönünün verilmesiyse bir diğer ayrıntı.
Gürselliğin had safhada olduğu yapım, Martin Scorsese’in ilk 3 boyutlu çalışması olmasına karşın hayli başarılı. Oyunculuğun ne demek olduğunu hala anlayamayanlar bu filmi mutlaka izlemeli. Hugo’nun her duygusunu hissettiren Asa Butterfield, boyundan büyük bir performans sergilemekte! Papa Georges rolündeki Ben Kingsley ve İstasyon Şefi’ni canlandıran Sacha Baron Cohen zaten kendilerini ispatlamış oyuncular.
Tiyatro gibi işlenen filmde, mekân sabitliğinin yaratacağı monotonluğu oyunculukla gideren yönetmen bunu çok iyi başarmış. Dolayısıyla film, baştan sona aynı derecede ilgiyle izlenebiliyor. ‘Otomaton’un bile yüz ifadesine özen gösteren ve demirden duygu aktaran HUGO CABRET, maske ifadeleriyle her filmde aynı oyunculuğu sergilediklerini fark etmeden büyüklük taslayanlara ve ‘Ben yaptım oldu’ diyerek gişe peşine düşenlere ısrarla tavsiye edilir. Belki bir parça ‘ruh’ kazanılır. Gerçi oyuncu olunmaz, oyuncu doğulur ya… Bir hayal bizimkisi de işte!
Anibal GÜLEROĞLU
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir, teşekkür ederiz.
Bu içeriğe yorum yapan ilk siz olun!