Geçen yaz, yüzmeye gittiğim Şile'nin ufak bir koyunda, derinliği diz kapağıma bile gelmeyen denizde az kalsın boğuluyordum. Oldukça iyi yüzme bilen bir insanın, dizine bile gelmeyen bir suda, boğulma tehlikesiyle karşılaşması çok ilginç değil mi?
Şile'nin denizi ilginç özellikler taşıyor. Dalgaların yaptığı çukurlarda oluşan anafor, insanı kumun içine çekiveriyor. Dalgalar bedeninize öyle sert vuruyor ki, bir anda bütün dengenizi kaybedip suların içine gömülüveriyorsunuz. Daha toparlanamadan, ardı ardına diğer dalgalar geliyor.
Derin denizde boğulmayı doğal görmemize karşın, sığ bir suda boğulmayı anlayamayız. Ben de, o dizime bile gelmeyen suda, boğulmama ramak kalmasını bir türlü anlayamadım. Yaşadığım bu olay, günlerce aklımdan çıkmadı. Bir süre sonra, o küçük dalgaları yaşam olarak algılamaya başladığımı gördüm. Beni boğmağa çalışan bir yaşam!
Ufacık dalgalar bizi suyun dibine nasıl çeker? Ne olduğunu anlayamadan yakalandığımız küçük dalgalarda, ölümle burun buruna nasıl geliveririz? Küçük dalgalardan kurtulmanın yolu nedir? Onlardan korkmalı mıyız? Ya da ne bileyim, deniz azıcık dalgalandığında, suya girmekten kaçmalı mıyız? Bu soruların doğru yanıtı nedir?
Denizin çok dalgalı olduğu günlerde ondan uzak dururuz. Başka bir deyişle, koşullar bizi dağ gibi dalgaların içine atmadıysa, azgın dalgaları olan derin bir denizde yüzmeyi düşünmeyiz. Küçük dalgalarıysa önemsemeyiz bile… Bunu düşündüğümde, bir ikilemle karşı karşıya kaldığımı gözlemledim. Yaşamdaki küçük dalgaları görmezden gelip olmadıklarını mı varsaymalıyız? Yoksa tam tersine, çok mu ciddiye almalıyız onları?
Yaşadığımız olaylar sonucunda, adına yaşam felsefesi dediğimiz dünya görüşümüz, şaşırtıcı bir hızla değişebiliyor. Örneğin, yaşanan çok yoğun bir acı, bizi yaşama küstüreceğine, daha da fazla bağlayabiliyor. Bizim için çok değerli olan bir sevdiğimizi yitirdiğimizde, çektiğimiz onca acıdan sonra ufak dalgaların bizi etkileyemediğini görmek ne kadar şaşırtıcıdır, değil mi?

Yıllar önce, on üç on dört yaşımda, annemle bir yakınımıza baş sağlığı dilemeye gitmiştik. Bir köşede sessizce oturan bir nine, yaslı yakınımızın ellerini okşayarak ona “Kızım, Tanrı acını unutturmasın.”
Dedi. Ergen aklımın anlamakta zorlandığı bu sözcükleri, yıllar sonra, yaşamımdaki en önemli insanlardan birini kaybettiğimde algılayabildim.
Acıları daha büyük acıların unutturduğunu anladığımızda, yaşama bakışımız baştan sona değişebiliyor. Yaşamın küçük dalgalarının ne denli önemsiz olduğunu, onlara kapılmanın anlamsızlığını ancak böyle zamanlarda anlıyoruz. Onlardan çok etkilenmemeyi öğrendiğimizde, yaşam felsefemizin de değiştiğini açıkça görebiliriz. Küçük dalgalarla ilgili yapılabilecek ilk yorum bu. İyi hoş da, ya küçük dalgalarda boğulmak? Bunu nasıl değerlendireceğiz? Yaşamın, bizi dibe itmeğe çalışan küçük dalgalarında boğulmayı nasıl engelleyebiliriz? Onları görmezden gelmek bir çözüm yolu olabilir mi? Ya da tam tersine, onları çok mu önemsemek gerekir?
Yukarıda sözünü ettiğim ikilem işte burada başlıyor.

Boğulma tehlikesiyle burun buruna geldiğim olayı iyice irdelediğimde, önemli bir etmenin ağırlık kazandığını gözlemledim. "Dalgaların sürekliliği!" Bir tek dalga beni kuma çarpmış olsaydı burnum yere sürtülür ve düştüğüm yerden kalkabilirdim. Oysa ben daha ayağa bile kalkamadan, diğer dalgaları yedim. Bir nefes molası alamadığımdan çıkamadım suyun yüzüne. Sanırım küçük dalgalarda boğulmanın gizi burada. Öncelikle nefes alma molası kullanmamak! Çektiğim onca sıkıntı, tüm bedenimi sudan çıkaramadığımda, başımı kaldırıp nefes almayı akıl edemediğimden... Yediğim dört-beş dalgadan sonra olsa da, başımı dışarı çıkarıp nefes almayı akıl edebildiğim için çok şanslıyım.

Yaşamda küçük dalgaların bizi boğmasına engel olmanın bence bir tek yolu var. Her koşulda öncelikle ve sıklıkla nefes alma molası vermeyi akıl etmek ve bunu bir şekilde yaşam biçimimize aktarmak...

Tunca TÜNAY