Ardniyet,  olmadık bir zamanda başımıza düşen dolu tanesi gibidir.  Canımızı yaktığından çok,  durup dururken başımıza düştüğüne sinirleniriz.  Aklımızdan bile geçirmediğimiz düşünce ve davranışlarla suçlandığımızda, doğal bir davranışımızın aklımıza bile gelmeyen bir şekilde değerlendirilmesinden, bir başka deyişle,  duygularımıza biçilen rolü kendimize yakıştıramadığımızdan mı bilemiyorum,  ilkin şaşkınlıkla kızgınlık arası bir his duyarız.  Bu duygu bizi kızgın bir kor gibi yakıp kavuran öfkeye dönüştüğünde, hırsımızdan ne yapacağımızı bilemeyiz. Öfkemizi yatıştırabilmek için kendimize sorduğumuz, yanlış anlaşılmış olabilir miyiz ya da,  yapılan suçlamaları hak edip etmediğimiz gibi soruları, ne kadar istesek de tarafsızca yanıtlayamayız.

Yanlış anlaşıldığımızı düşündüğümüzde, karşımızdaki için üzülüp,  hiç gocunmadan bu yanlışı düzeltme yollarını ararız.  Aklımıza bile gelmeyen bir düşünce ya da davranışla suçlandığımızda, yani ardniyet saldırısına uğradığımızdaysa sakinleşmemiz çok uzun zaman alır.   Aklımız başımıza gelip de ne yapacağımıza karar verirken ilk düşündüğümüz, karşımızdaki insanın bizim için ifade ettiği değerdir. Önemsemediğimiz ya da yaşamımızdan kolaylıkla çıkarabileceğimiz birisi bizi bu duruma düşürdüyse, çoğu kez onun için üzülmenin gereksiz olduğu sonucuna kolaylıkla varabiliriz.  Bu durumda, o kişiyi -kullanmadığımız eşyaları tavan arasına koyarcasına- bilincimizin altında bir yere atıveririz olur biter. Karşımızdaki insan değer verdiğimiz, sevdiğimiz, önemsediğimiz ya da yaşamımızdan çıkaramayacağımız biriyse, kendimizi daha da kötü hissetmemiz kaçınılmazdır. Sevdiğimiz ve onun da bizi sevdiğini varsaydığımız kişilerin ardniyeti bizi öylesine incitir ki, ilkin o insanı yaşamımızdan söküp atmak, paylaştığımız onca şeyi -hiç yaşanmamışçasına-  yok saymak isteriz.  Öfkemiz bir aslan kükremesine dönüşsün de onu bir köşeye sıkıştırsın isteriz.  Ve bir de bakarız ki; olan-olmayan (sap-saman) birbirine karışmış ve ardniyet bizi de tuzağına düşürmüş.

Bu dönemeçte, ardniyetin üstesinden gelemediğimiz gibi, giderek biz de öyle olmaya başlarız. Ardniyetin kişiliğimize vereceği en büyük zarar, böyle durumlarda bizim de ardniyetli olmaya hakkımız olduğuna inanmamızdır. İşte tam bu noktada, sorun karşımızdakiyle olmaktan çıkıp kendi sorunumuz oluverir. Yaşamda, karşılaşacağımız haksızlıklara, aynı yolla tepki vermeye alışırsak, bildiğimiz doğrulardan sapıp, sanki kendimize yabancı oluruz Bu durum, giderek kendi gözümüzdeki değerimizi azaltmaktan başka hiç bir işe de yaramaz.  

Ardniyetle nasıl baş etmeli sorusu günlerdir aklımı kurcalayıp duruyor.  Karşımızdakini iyi niyetimize inandırmak için, öncelikle yüzleşmeyi mi denemeli?  Ancak, kızgın ve kırgın bir dönemde yapılacak yüzleşmenin, büyük olasılıkla iki incinmiş insanın öfkesini çakıştırmaktan başka bir işe yaramayacağını düşünüyorum.

İnsanlara güvenmemek, ardniyetli insanların ortak özelliğidir.    Karşısındakine güvenemeyen insanlarınsa, aslında kendilerine güveni yoktur. Karşımızdaki insanın temel sorununun özgüven eksikliği olduğunu bildiğimizde,  belki biraz daha hoşgörülü olabiliriz.   Yüzleşmeyi denemek için sanırım en çok ihtiyacımız olan şey hoşgörü ve önyargısız olabilmektir.  

Büyük uğraşmalar sonunda bile olsa, ardniyetin üstesinden gelebildiysek, duyacağımız dinginlik, yaşadığımız bu kötü deneyi bize giderek unutturacaktır. Tüm uğraşlarımızın boşa gittiğini gördüğümüzdeyse yapacak tek iş kalır. Bir uçurtmayı –bilerek ve isteyerek- boşluğa salarcasına, ipin ucunu bırakıvermek...

 

 

Tunca TÜNAY

31 Ağustos 2004