İşte, 'Tarihsel kaynaklar ve arkeolojik araştırmalar, İslam dünyasına Türk kültür ve sanatının Samarra şehrinin inşası ile girmiş olduğunu söylemektedirler. Samarra ayrıca, İslam dünyasının en büyük arkeolojik alanlarından birisi olarak ta kabul edilmektedir. Samarra’nın bombalanmasının ardından dünya sanatına kaynaklık etmiş hangi Türk süslemelerinin nasıl tahrip ve talan edildiği ise henüz bilinmemektedir' açıklaması ile yayınlanan resmi bir yayın alanında bulunan o yazıyı dilerseniz birlikte okuyalım. Konu ile ilgili yorumum ise bu yazının ekinde yer almaktadır.

'Bağdat’ın yaklaşık 95 kilometre kuzeydoğusunda bulunan ve nüfusunun çoğunluğunu Sünnilerin oluşturduğu Samarra şehri, 836 yılında Abbasi Halifesi Mutasım'ın Türk generali Eşnas tarafından, halifeye ve ücretli Türk ordusuna yeni bir yerleşim yeri sağlamak amacıyla kurulmuştur. Samarra’nın Ortadoğu’da kurulan ilk Türk şehri ve Türk medeniyeti'nin ilk merkezi olma özelliği dolayısıyla da tarihimizde ayrı bir yeri bulunmaktadır. Arapça'da “gören hayran kalır” anlamına gelen (surre men rae) Samarra şehri, Tarihçiler ve arkeologlar tarafından, İslam kültürünün önemli merkezlerinden ve bu kültüre Türk sanatının damgasını vurduğu yer olarak ta kabul edilmektedir.

Irak’ta yaşayan Türkmenlerin, Musul, Kerkük, Erbil, Süleymaniye ve Telafer şehirlerinde yoğun olarak yaşadıkları bilinmektedir. Bu şehirlerden özellikle Telafer, ABD’nin Irak işgaliyle birlikte gündeme gelmiştir. Nüfusunun tamamına yakını Türkmen olan Telafere, ABD güçleri ve peşmergeler tarafından 2004 yılının Eylül ve 2005 yılının Ağustos aylarında iki büyük operasyon yapılmış ve kentte bulunan Türkmenlerin tamamına yakını yerlerini terk etmek zorunda bırakılmıştır. Kentte tam bir kaos ortamı oluşturulmuş ve demografik yapıyı Kürtler lehine değiştirmeye yönelik çaba içerisine girilmiştir.

2005 yılının Ağustos ayında Telafere yapılan ikinci operasyonla eş zamanlı olarak, ülkenin kuzeybatısında bulunan 4 kentte daha operasyon düzenlenmiş ve bu kentlerin; Ramadi, Samarra, Rava ve Kaim olduğu açıklanmıştır.

Bağdat'ın 95 kilometre kuzeydoğusunda bulunan ve sünnilerin yoğun olarak yaşadığı Samarra kentine düzenlenen ağır bombardımanlarda, şehrin kültürel değerlerinin birçoğu tahrip edilmiş ve kentte tam bir insanlık trajedisi yaşanmıştır.

16 Mart 2006’da Samarra’ya ikinci kez operasyon başlatılmış ve bu operasyon, Amerikan kuvvetlerinin Irak işgalinden bu yana ülkede gerçekleştirdiği en büyük hava operasyonu olarak yerini almıştır. Irak ordusunun da katıldığı bu operasyona 1500'ün üzerinde askerin katıldığı ve operasyonda 200 civarında askeri araç ile 50'nin üzerinde AC 130 tipi taarruz uçağı ve taarruz helikopterleri kullanıldığı belirtilmiştir. Samarra kentine düzenlenen bu saldırıda da, birincisinde olduğu gibi, kentin tarihi ve kültürel değerleri ile siviller hedef alınmıştır.

Teröristleri yakalamak amacıyla düzenlenen bu operasyon, ağır bombardımanla başlatılmış!, ancak operasyon sonunda ABD ordusundan yapılan açıklamalarda kayda değer bir terörist faaliyetten bahsedilmemiştir.

Konuya ilişkin olarak ABD ordusundan emekli General Barry McCaffrey tarafından yapılan değerlendirmede; Samarra’ya düzenlenen hava saldırılarının sivil can kayıplarına neden olmasının dışında, mezheplerarası gerginliği daha da artırabileceği ve bunun sonucunun iç savaşa kadar gidebileceğini belirtmiştir. Bu değerlendirmeyi güçlendiren en önemli olay ise, ABD bombardımanı öncesinde, Hazreti Muhammed’in soyundan gelen ve Şii’lerin iki imamın mezarının bulunduğu altın kubbeli Askeriye Camii ve türbesinin sabotaj sonucunda yerle bir edilmesidir.
Çünkü Altın kubbeli cami, sadece Şiilerin 10. İmamı Ali El Hadi ile 11. İmamı Hasan El Askeri'nin türbelerinin mekânı olmakla kalmamakta, bir gün yeryüzüne döneceğine inandıkları 12. İmamın yani İmam Mehdi’nin doğduğu ve buradan kaybolduğuna inanılan şehir olması bakımından da büyük öneme sahiptir. Milyonlarca Şii açısından, Necef ve Kerbela'dan sonra Samarra, üçüncü "kutsal yer" olarak kabul edilmektedir.

Dolayısıyla, Sünni kesimin ağırlıklı olarak yaşadığı Samarra'da meydana gelen bu tür sabotaj ve bombardımanlar ile özellikle seçilen stratejik hedefler, Şiiler tarafından doğrudan doğruya “kimlikleri”ne yöneltilmiş affedilmez bir saldırı olarak algılanmıştır. Ayrıca Irak’ın geneline yayılan Şii-Sünni çatışmaları, “en korkulan senaryo” olarak addedilen "Şii-Sünni iç savaşı”na zemin hazırlamaktadır.
Diğer yandan Samarra şehri, Şii-Sünni çatışmasına zemin hazırlamasının ötesinde, İslam alemi ve Türklüğün tarihi açısından çok büyük öneme haizdir. Samarra, Türklerin İslamiyet'i kabul etmesinden sonra, Asya'dan Batı'ya doğru bundan 1100 yıl önce başlanılan büyük yürüyüşün sonunda Ortadoğu'da kurulan ilk Türk şehri özelliğine sahiptir.

Abbasi halifelerinin başkent yaptığı Samarra’nın Türk tarihindeki yeri şöyledir;
Türklerin İslamiyet'i kabul etmesinden sonra, dokuzuncu yüzyılda, Asya'dan batıya doğru yaptığı uzun yürüyüş, ilk olarak Anadolu'ya ulaşmadan önce Abbasi Devleti'ne ait olan Irak topraklarına olmuştur. Abbasilerin başında Bağdat'ta bulunan Halife Me'mun, iktidarını gölgeleyen Arap ve İranlı güçlere karşı bölgeye yeni gelmiş olan Türkleri kullanmayı denemiştir. "Hakan", "İnak", "Afşin" ve "Eşnas" gibi isimler taşıyan kumandanların emri altında bulunan ve hepsi gayet iyi birer savaşçı olan Türkler, zamanla Halife'nin paralı askerleri olmuşlardır.

Önceleri 3 bin kişiden ibaret olan Türk askerlerin sayısı zamanla artmış ve Bağdat büyük bir kışlayı andırır hale gelmiştir. Zamanla Türkler ile bölge halkı arasında sürtüşmeler başlamış ve halk, Halifeye gidip Türklerden yakınmaya başlamıştır. Bunun üzerine Halife, bir kısım Türklere yeni yerleşim kurmak amacıyla, Bağdat'ın 95 kilometre kadar kuzeydoğusunda ve Dicle'nin kıyısında uzanan araziyi tahsis etmiş ve 836 yılında yoğun bir inşa faaliyetine başlanmıştır. Çöl ağaçlandırılmış, evler, camiler, hamamlar ve devasa saraylar inşa edilmiştir.[1] Kurulan yeni şehre Arapça'da “gören hayran kalır” anlamına gelen "surre men rae" adı verilmiş ve bu isim halk arasında "Samarra" (samra-samerra) diye telaffuz edilir olmuştur. Bağdat'taki on binlerce Türk askeri Samarra'ya yerleştirilmiş, yerli halkla karışmamaları için Asya'dan getirilen Türk kızlarıyla evlendirilmişlerdir. Daha sonraki süreçte, Halife Samarra'ya yerleşmiştir.

Samarra'daki Türk hakimiyeti 892'ye kadar, tam 56 yıl boyunca devam etmiş ve Türklerin gücü, Halife Mu'tez'in başkenti bir yolunu bulup Samarra'dan yeniden Bağdat'a nakletmesiyle son bulmuştur.

Türk tarihinde önemli bir yere sahip olan Samarra, Türkiye’de, Irak’taki şehirlerinden herhangi birisi gibi görülmekte ve ismi dahi fazla bilinmemektedir.

İran ise, Samarra kentinin tarihi dokusunun yok edilmemesi amacıyla UNESCO'ya başvuruda bulunmuş ve kentteki kültür varlıklarının koruma altına alınmasını talep etmiştir.

Bu bağlamda, Türk tarihinde önemli kilometre taşlarından olan Samarra kentinde sistemli bir şekilde Türk kültürü izlerinin yok edilmesini amaçlayan faaliyetlere tepkisiz kalınmamalı, İran'dan önce bizim tarihimizin bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Bu sebeple, Samarra’ya yapılan saldırıların, kültürel mirasın yok edilmesi bağlamında değerlendirip bir an önce bu tür operasyonların durdurulması hedeflenmeli, Irak'ta insanlar kadar tarih’in de büyük tehdit altında olduğu her fırsatta dile getirilmeli ve tarihin masum insanlar kadar savunmasız olduğu da unutulmamalıdır.’ (Alıntıdır)

Türklerin Ortadoğu'daki yeri neden yadsınmak isteniyor?

Yukarıdaki gelişmeler bağlamında Irak’ın içine sürüklenmiş olduğu bölünmüşlük sürecinde çok yakında başkaca ne kadar acı sonuçlar doğurmayacağını kim söyleyebilir? Balkanlar’da olduğu gibi özellikle Ürdün ve Şam’daki Türk ve Osmanlı anıt eserleri gibi Samarra’daki anıt eserler de büyük bir tehdit altındadır. Oysa yöredeki Türk varlığı kimilerinin İslam’ın doğuşuna da bağlı olarak atlı, mızraklı ve kalkanlı (Turkopol) ya da Türk Şövalyeleri adlandırması ile yöredeki Roma egemenliği çağlarından beri bilinen gerçeklerdendir.

O çağlarda kurulan Bizans İmparatorluğu'nu şimdiki Çukurova (Kiliklya)'dan Erzincan'a kadar uzanan Avasım Bölgesi içerisindeki akıncılar ile Alperenler onlardan başkaları mıdır? İslam'ın yaygınlaşması ve giderek Selçuklu ve Atabekliklerin egemenlikleri ile Malazgirt Ovasından Ege Denizi'ne ve Irak, Suriye ve Lübnan içlerine kadar dağılan Türklerin varlığı nasıl yadsınabilir? Haçlı Ordularına yaklaşık yüz yıl karşı koyanlar özellikle Türkler değil midir?

Bu konuda Doğu Dilleri Uzmanı Doç. Dr. İbrahim Ethem Polat'ın 2006'da yayınlanan Haçlılara Kılıç ve Kalem Çekenler adı dev araştırması ile Lübnanlı iktisatçı ve toplum bilimci Amin Maalouf'un Arapların Gözünden Haçlı Seferleri (1983) adlı sosyolojik tarih çalışması düne olduğu kadar bugüne ve geleceğimize de ışık tutmuyor mu?

İki bin yıla yaklaşan Arap, Fars ve Türkmen yakınlaşması ve din kardeşliği ne yazık ki Batı'nın nice desiseleri neden görülmek istenmez? Sömürgeci Batı'nın maddi ve manevi çıkarları için kullanmaya çalıştığı Roma'nın böl ve yönet (divide et impera) içerikli sinsi siyasetinin bugün 'özerklik' ve 'bağımsızlık' amaçlı yönlendirmeleri ile kendilerini, Osmanlı''nın çöküş yıllarında olduğu gibi gökyüzünde görmeye başlayan Arnavut, Karadağlı, Rum ve Ermeni örgütleri yanında bazı Arap aşiret reislerinin bugün ne kadar sönük birer yıldız oldukları da çok açık. Atalarımızın, 'birlikten güç doğar' ve 'bir elin nesi var iki elin sesi var' gibi bizleri birlikte olmaya ve güçlü olmaya davet eden sözlerini ne çabuk unuttuk? 

Batı'nın Ortadoğu egemenliği için Erbil yeni bir üs mü oldu?

Ne kadar acıdır ki Balkanlar'dan sonra Batı'nın kirli siyaseti ve silah üstünlüğüne dayalı çirkin savaşları ile paramparça olunan Osmanlı Devletimizden sonra kan ve gözyaşı ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti özellikle son BOP tasarımları çerçevesinde bu kez İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından değil Stratejik Ortak (!) ABD tarafından bir kenara atılmış ve 1900'lerin başında tasarlandığı gibi yine bazı aşiret reisleri ile gizli ya da açık pazarlıklar yolu ile Batı egemenliği sağlanmak istenmektedir.

Bu gibi nedenlerden dolayı binlerce yıldan beri Irak'ta yan yana yaşamakta olan Arap, Fars ve Türkmen kökenli Şiilerin anıt eserlerine yönelik çirkin saldırılar kabul edilemez içerikler taşımaktadır. Sorunun içerisinde özellikle ABD güçleri ile ABD’nin BOP tasarımlarına da bağlı olarak anıt eserlerin yıkımına göz yummakta olduğu anlaşılıyor. Özellikle Türkmenlere yönelik terör saldırılarının son yıllarda iyice artmasına karşılık önlemler alınması için neden ses çıkartmadığı da sorunun içerisinde ya ‘ne haliniz varsa görün’ ya da Süleymaniye’de ‘askerlerin başına çuval geçirilmesi’ olayına da bağlı olarak özellikle Türkiye’nin burunlarının kırılması için ‘yürü ya kulum’ denilmek gibi bir danışıklılık da olabilir. Bu yönü ile sorunun Fars ve Türk düşmanlıkları ile örtüşmeye başladığını kim yadsıyabilir?

2005’te ABD İşgal Güçlerince yazdırılan Yeni Irak Anayasası ile 2008’de PKK Terör Örgütünce ‘paralel devlet kurma’ emeline yönelik olarak yayınlanan KCK Bildirisi yanında 2010’da M. Barzani başkanlığındaki bir toplantı sonunda yayınlanan Erbil Anlaşması’nın var olmadığını söylemek de mümkün. Öte yandan dört gün önce K. Irak, İran, Suriye ve Türkiye’den kimi Kürt siyasetçiler ile kimi terör örgütü uzantılarının Kürt Parlamentosu adı altında katıldığı son Erbil toplantısı ile PKK’nın K. Suriye’deki uzantısı olduğu söylenen PYD’nin yörede yaşayan Asuri, Nasturi, Arap bütün topluluklar ile özellikle Türkmenler için büyük bir tehdit olduğu söylenemez mi? Kaldı ki Irak, İran, Suriye ile Türkiye'den sözüm ona kimi siyasetçileri ile kolkola giren kimi terör örgütü üyeleri çok yakında bölgede bir Kürt Federe Devleti kurmak için her yolu denemektedirler. Oysa ortak bir Kürtçelei bile yok desem Kürt kökenli bazı yurttaşlarım bana kızarlar mı yoksa hak mı verirler bilemiyorum.

Bir diğer adı Büyük Kürdistan (Kurdıtan) olan bu düş için başta M. Barzani olmak üzere onun yakın çalışma arkadaşları sayılan BDP ile PKK-KCK üyeleri geceli gündüzlü çalışmaktadırlar. Bir de düşüneliğm ki sözde bir 'ateşkes' ile PKK Terör Örgütünün dağ ve kent yapılanmasındaki gizli üyeleri, ufukta belirmeye başlayan bir 'barış' umudu gereğince, baba ocaklarına dömeleri gerekir iken K. Irak'ta var oldukları bilinen Terör Eğitim Kamplarına doğru, hiç bir engelle karşılaşmadan akıp gitmişlerdir. Peki, K. Irak'ta, Türkiye sınırlarında ya da K. Suriye'deki olası çatışmalara da yollanacak bu kişilerin her hengi bir savaş'ta ölmeelri ya da sakat kalmaları durumunda kimi siyasetçilerin ballandıra ballandıra söyledikleri 'analar ağlamasın' söylemi bir de oralardaki çatışmalardan dolayı bir aldatmaca olarak karşımıza çıkmış olmayacak mı?

Görülen o ki öncelikle K. Irak ile K. Suriye yakınlaşmasına da bağlı olarak Türkiye ile Irak Türkmenleri görmezden gelinerek Musul ve Kerkük Petrolleri kısa sürede Bağdat'ın denetiminden çıkartılarak Lazkiye üzerinden Batı'daki rafinerilere taşınacaktır.

‘Açılım’ sarmalı ile içine düşülen ‘Çözüm Süreci’ nasıl bir ‘barış’ getirebilir?

1992’de Apo’nun gazeteci M. Ali Birand’la yaptığı bir konuşmasından sonra dönemin Anap iktidarından sonra AKP iktidarlarının da gereğini yerine getirmeye çalıştığı Açılım Süreci de sanırım gözlerden kaçmayan önemli ayrıntılardandır. Kaldı ki İmralı-Ankara-Oslo ve Kandil arasında varılan mutabakata da bağlı olarak geçen yılsonuna doğru kararlaştırılan sözlü (!) ‘ateşkes’ anlaşmasından sonra ivedilikle uygulamaya konulan Çözüm ya da Barış Süreci sarmalının olası bir çatlak durumunda ne gibi sonuçlar yaratabileceğini merakla beklemek gerekiyor diye düşünüyorum.

Eğer, uluslararası ve Marksist-Leninist eğilimlerden sonra hızla etnik ırkçı ve ayrılıkçı bir yol tutturan Ateşperest ve sözüm ona İslami eğilimleri de okşayarak yeşertmeye başlayan Terör Örgütü yaratıcısı olduğu ‘Açılım’ sarmalından sonra elde ettiği nice kazanımlara onlara da etnik ayrılıkçılık gütmeye başlayan siyasi uzantılarına da büyük bir zafer coşkusu kazandırmış görülüyor. Çünkü onlara göre ‘otuz yıllık savaş’ büyük bir direnle kazanılmış olup, İmralı’daki ömür boyu mahpus Apo’nun Salı verilmesine de bağlı olarak ‘Barış Masası’ için AKP iktidarı tez elden ‘adım atmak’ zorundadır.

İki gün önce Terör Örgütünün Kandil Komuta Merkezinde ya da Erbil’de oturan bir yetkilisine göre 15 Ekim 2013 son gündür. Böylece içine düşülen ve yine kendilerine ait olan ‘Barış Süreci’ ya da Başbakan Erdoğan’ın çok yerinde bir tespiti ile ‘Çözüm Süreci’ kim bilir nasıl bir ‘barış’ getirecektir büyük bir kaygı ile bekliyoruz, desem yeridir.

Açıklama: Yukarıdaki alıntı yazının içinde bulunan (1) belirteçli dip not benim sunumumda zorunlu olarak bu yazının başına alınmış olduğundan buraya eklenmemiştir. Bağdat ile Samarra arasındaki uzaklık için yazıda yer alan (95 km) bilgisi (125 km) olması gerekirken sanırım istemeyerek öyle yazılmıştır. Söz konusu araştırmayı yapan değerli yazara teşekkür eder, ona ve ona bu imkânı tanıyan yetkililere en içten saygılarımı sunarım.


Ömer Faruk YILMAZ