Lafa geldi mi mangalda kül bırakmayan ama icraatta pek de dişe dokunur varlık gösteremeyenlerin baş konusudur, herkesin eşit olduğu ütopik bir dünya!
Fikir babaları da ya özel mülkiyetin olmadığı, herkesin devlet için ürettiği çalışma ve sanata ayrılan sürelerin dengelendiği bir toplum düzeni ortaya koyan Thomas More’un ‘Ütopya’sıdır… Ya da insanları üç görev sınıfına ayırarak kalıplaştıran Platon’un ‘Devlet’i… Doğu’ya yüzünü çevirenler içinse, erdemli bir toplumu erdemli yöneticilerin yönetmesi gerektiğini savunurken adalet için cezayı da şart koşup ütopyasını ‘erdem’ üstüne kuran Farabi’nin tanımlamaları ilham kaynaklığı edebilir.
Kaynaklar farklı olsa da hayal tektir.
Şartların aynılığında, zengin-yoksul ayrımı olmaksızın sürdürülen yaşamlar… Plan dâhilinde belirlenmiş eğitim sistemi ve iş aramaya gerek bırakmayan atanmalar… Kıskançlık başta olmak üzere rekabete ve hırsa iten tüm duyguların dizginlendiği insani ilişkiler… Saygının ve vazife bilincinin egemenliğindeki kişisel iletişimde, yalan söylemenin yasak olduğu bir düzen… Ve açlık kaygısıyla üretimi etkilemesine izin verilmeyen iklim şartlarının dahi kontrol altında tutulduğu; özendiricilik ihtimali dâhilinde, renklerin eşitliği korumak adına yasaklandığı bir dünya! Akla yatkınlığı ve çekiciliği tartışılmaya fazlasıyla müsait olsa da insanların ‘Ütopya’sı bu özellikleri taşır.
Öte yandan ‘Ütopya’ felsefesi o denli engin ufuklara sahiptir ki, kullan kullan bitmez. Filmlerden, dizilere konu yaratan ‘Ütopya’ bir bakarsınız çiftlik şartlarında gerçekleştirilmeye çalışılan bir yarışmaya dönüşür ekranlarda. Ancak ütopyanın gerçekleşme ihtimalinde ne gibi sıkıntılar yaratacağı yani olayın ‘distopik’ yönü hiç hesaba katılmaz tabii… Her şeyin kurguların veya para kazanmaya endeksli yarışmaların sahte dünyasındaki kadar kolay olmadığı düşünülmez.
Oysa hızla mekanikleşirken bir yandan duygu, düşünce gibi değerlerini yitiren insanları kendi çıkarları için kullanmayı hedefleyen, bu amaçla da özgürlükleri-demokratik hakları yok etmeyi arzulayan despotik devlet oluşumlarına karşı uyarmak da gerekir insanları! Bunu yapabilmek için de, ‘Ütopya’ya karşı ‘Distopya’ yaratmak lazımdır.
Yani daha net bir ifadeyle; filmlerden yarışmalara, türlü iletişim kanallarınca insan beynine pompalanan ideal toplum ve devlet tasarımlarının özendirici ve şekillendirici hayalciliğini, böylesi bir gelecekte toplumları bekleyen tehlikeleri göstermeyi hedefleyen anlatımlarla dengelemek gerekir!
‘Ütopya’ya karşı insan doğallığını savunan ‘Seçilmiş/The Giver’ bu dengeyi kuranlardan… Geçmişin tüm anıları silinerek yaşamın küllerinden kurulan bir toplumdaki gerçek eşitlik örneğini, bütün detaylarıyla yansıtarak özendiren… Ancak bu saat gibi işleyen renksiz düzenin içine başkalarının göremediklerini gören renkli bir karakterin oyun bozuculuğunu da sokan ‘Seçilmiş/The Giver’ isimli yapım, siyah-beyazdan renkliliğe uzanan katmanlarıyla, tastamam bir ütopya-distopya çatışması olarak karşımızda…
 
‘YENİ ATLANTİS’ VE ‘YENİ DÜNYA’NIN KARIŞIMI
Ütopya-Distopya çatışması dendiğinde, aklıma iki ünlü eser gelir… ‘Yeni Atlantis’ ve ‘Yeni Dünya’!
Francis Bacon’ın Ütopyası olan ‘Yeni Atlantis’, Ben Salen isimli bir adadaki ütopik devleti tanımlar. Özel bir yapılaşma tarafından yönetilen topluluk dürüstlüğe odaklı sağlam bir ahlak anlayışını gözetir. Halkın yaşam biçimini ve kültürünü planlayıp uygulatan yönetimin yarattığı tablo, ‘Yeni Atlantis’te robotik bir ‘bilgi devleti’ olarak durur.
Diğer taraftan Aldous Leonard Huxley’in Distopyası ‘Yeni Dünya’ ise teknolojinin üst seviyede geliştiği bir bilim-kurgu niteliği taşır. Evliliğin ve gerçek anlamda kan bağının bulunmadığı insan topluluğunda insanlar suni yoldan ürerler. Geçmiş tamamen yok edildiğinden özlem çekme, anıları düşünme olayı yoktur. Yönetimin kuralları sayesinde doğal yaşamdan kopuk hale gelen insanlar, kendilerine uygun görülen mevcut durumda çalışır ve eğlenirler. Burada ayrıca hastalanma ve yaşlanma olguları da bulunmaz.
İşte bu iki eserdeki yaşamsal özelliklerin harmanı gibi algılayabileceğimiz ‘Seçilmiş/The Giver’ bizi, eşitliği toplumun temeli olarak kabul eden, verilen giysileri giyip günlük ilaçlarını düzenli alan, asla yalan söylemeyen ve soyadı olmayan insanların farklılıklara ve yaşlanıp doğal süreçle ölmeye izin vermeyen dünyasına götürüyor.
‘Açlık Oyunları’ serisinden başlayarak ‘Labirent: Ölümcül Kaçış’, ‘Uyumsuz’ gibi farklı yapımlarla beyazperdeye taşınan ‘ütopya-distopya’ çatışmasını ‘Seçilmiş’te işleyip Brenton Thwaites tarafından canlandırılan Jonas karakterinin ‘anı toplayıcı’lığı ve arkadaşları Fiona ile Asher’ın destekleri üstünden yürüten sinema dünyası, tüm olumsuzluklarına rağmen insani farklılıkların gerekliliğini bir kez daha ortaya koyuyor.
Usta oyuncular Meryl Streep ve Jeff Bridges aracılığıyla yaşlılar arasındaki toplumsal fikir çekişmesini yansıtan yapımda, yaşlılardan oluşan yönetimin kurduğu ütopya sorgulanırken inkâr edilemez bir gerçek akıllara düşüyor…
Geçmişin savaş acılarını bir daha yaşamama ve huzurlu bir dünyanın devamlılığını sağlama kaygısıyla, korkunun-acının-nefretin olmadığı, duyguları tetiklememesi için müziğin-dansın yok edildiği eşitlikçi bir düzenin robotlarına dönüşerek yaşamak mı iyidir? Yoksa ‘Yaşlılar asla yanılmaz’ dayatmasını kabul etmeyerek, tüm savaşlara, katliamların yıkıcılığına ve insani duyguların sebep olduğu kaoslara rağmen yaşamın akışına bırakılması mı güzeldir?
Bu sorularla varılan sonuç; bireylerin ancak ‘kalıp’laştırılmadan gerçek birey olabileceği gerçeği!
Dolayısıyla; acılardan doğan bir toplum yaratma gayretinin düzenle kamufle edilmiş ikiyüzlülüğünü vurgulayan ‘Seçilmiş’, ütopik bir dünya oluşturma kisvesi altında güçlünün zayıfı baskılama diktatoryasının resmi durumunda.
Bu resimde yer alan, ‘İnsanın insanı öldürmesi kötü’ kaygısıyla düzen kuran yönetici sınıfının ‘Başka bir yere yollanma töreni’ ise en önemli detaylardan! Öldürme olayını dahi tekeline alan bir düzenin, insanları belli bir yaştan sonra ilaçla öldürmesi veya kilosu diğerlerinden daha düşük olan bebeğe yaşam şansı vermemesi gibi ayrıntılar ütopyanın kara yüzü. Gerçi kimilerinin, tıpkı gerçek yaşamdaki gibi, bu kara yüze bakıp ‘Onlar adam öldürüyor ama acı çektirmiyor, işkence yapmıyor’ deme ihtimali de mevcut ama… Kötülük, her yerde kötülük olarak karalığını göstermekte yine de… Hangi amaç ve yöntemle olursa olsun.
Son tahlilde; Aşkın, öpüşmenin, renklerin, kar yağışının, öfkenin, hayvanların bilinmediği; her durumda sürekli özür dilenen yapmacık bir dünyada insan ne kadar mutlu olabilir? Bu tablo karşısında ‘Ütopya’nın özlemi nereye kadar sürebilir?.. Diyecek olursak…
‘Hayatta her şeyin bir dengeye bağlı olduğu’ gerçeğiyle hareket ederken, dürtüleri frenleyip uyum sağlayan yönetici kadrosunun dahi, insani anılardan kopamadığı ve bu nedenle yalan dâhil olmak üzere her türlü yasaktan muaf tutulan bir ‘Seçilmiş’e ihtiyaç duyduğu gerçeğini ana fikir edinen yapım, dillere dolanan ‘Ütopya’nın beyin uyuşturucu faziletlerini yerle bir ederek bunların hepsini cevaplıyor.
 
Anibal GÜLEROĞLU
www.sinematur.com