Dâhilik ve delilik… Birbirlerinin sınırlarında gezinen; özünde birbirlerinden apayrı gibi dursalar da yeri geldiğinde bir noktada kesişen olgular. İnsanlığın gelişiminde etkili olan alanlarda türlü şekilde iç içe geçtikleri de bir gerçek. Nitekim pek çok düşünür kendince tanımlayarak açıklık getirmeye çalışmış bu iki unsura. Psikolog ve filozof William James ‘Deha, gerçekleri alışılmamış şekilde görmekten başka bir şey değildir’ diyerek dâhiliği kişiselleştirirken en önemli filozoflardan biri olan Aristoteles de ‘Hiçbir büyük deha yoktur ki, zekâsı biraz delilikle karışık olmasın’ sözüyle dâhiliğin tanımını delilikle harmanlamış en basitinden.

Keza delilik olgusu için de benzer durum geçerli. Yedi Meşaleciler Topluluğu’nun kurucularından olan yazar-psikolog Sabri Esat Siyavuşgil Bilgisizlere göre onların anlayamadıkları her şey deliliktir’ saptamasıyla delilikle dâhiliğin ortak noktasına farklı bir pencereden bakarken, İngiliz şair William Blake de ‘Eğer deli, delilikte direnseydi bilge olurdu’ diyerek vurgulamış bu ikisinin birbirinden kesin çizgilerle ayrılamayacağını.

Velhasıl, zekânın üst sınırlarında gezinenlerle ruhsal durumlarında aşırılıklar-patlamalar yaşayıp normal olarak tanımlananların dışında hareket edenlerin ortak paydası, vasatlığı ve dayatmaları rahatça kabullenmekten ibaret olan toplumsal normların üstüne çıkmak! Yani mevcutları aşma ve farklılık gösterme durumu… Ki bu normların üstünde olma vasfı da bir noktada klişeleri aşma hedefli özgürlük mücadelesini ve baskıcılığı çatışmaya sokmakta.





Nasıl ki, kendi kendini yetiştirerek dil öğrenme dehası sayesinde Oxford English Dictionary’nin ilk editörü James Augustus Henry Murray ile Amerikan ordusunda cerrah olan ancak savaşta yapmak zorunda kaldıklarından dolayı psikolojisi bozulan Dr. William Chester Minor ikilisinin hikâyesini anlatan ‘Deli ve Dahi/ The Professor and The Madman’ filmi de bu kesişmeyi ve özgürlük-baskı ikileminden doğan tabloyu, ‘Dahi ve Deli ile demokrasi dili’ yaratma bağlamında özdeşleştirerek beyazperdede sergilemekte.

‘Dahi ve Deli ile demokrasi dili’nin öyküsü nedir diye soracak olursanız… Bir dildeki sözcüklerin köklerini bulmak için harcanan özverili çabayı ve bir dilin yukarılara taşınıp yüceltilmesinin ancak gönüllüler sayesinde olabileceğini söyleyen demokratik mantığı işleyen bu gerçek hikâyeye kısaca göz atalım derim.





DÂHİLİKLE DELİLİĞİN SINIRLARINDA GEZEN BİR YARATICILIK ÖYKÜSÜ

İyi ve kalıcı şeylerin doğumu genellikle sancılı ve çalkantılı süreçlerden geçer. Yönetmen koltuğunda Farhad Safinia’nın oturduğu biyografik yapım niteliğindeki Deli ve Dahi/ The Professor and The Madman’ filmi de bu süreci yaşayarak sinemada yerini alanlardan oldu ne yazık ki.
Simon Winchester tarafından 1998’de basılan ve hem Minor’un hayatını hem de Oxford İngilizce Sözlüğü’nün oluşturulmasına katkılarını anlatan ‘The Surgeon of Crowthorne/ Crowthorne Cerrahı’ isimli kitabın hakları sıcağı sıcağına Mel Gibson tarafından satın alınsa da filmleştirilme adımlarının atılması 2016’yı buldu. Dahası bu süreçte en büyük köstek yapım şirketinin tavrında kendini gösterdi. Yapımcıyı anlaşmalara uymamakla itham eden Mel Gibson ve yönetmen koltuğundaki Farhad Safinia’nın açtıkları davalar filmi iyice olaylı hale getirdi.




Kuşkusuz hakların gasp edilmesi ve yeniden kazanılması için verilen mücadeleyle anılması ‘Deli ve Dahi’ filmini ilginç kılan bir özellik durumunda. Ancak bu yapımın asıl özelliği tarihi gerçekleri başarılı performanslarla anlatmasında ortaya çıkmakta.

1872 Londra… Amerikalı Doktor Minor’ın, İngiltere’ye sığınmak için gelişinin ardından bir gece yaşadığı ölüm korkusu sonucu, kendi haline bir aile babası olan George Merrett’i kendisini kovalayan düşmanı sanarak öldürmesini yargılayan mahkemeyle açılışını yapan film, ilk andan rengini pek belli etmeyen bu adamın ‘delilik’ gerekçesiyle suçsuz bulunarak gözetim altına alınmasının ardından Mill Hill’deki Murry ve ailesine yönlendiriyor kamerasını.





Oxford’un Filoloji bölümünde İngilizce kelimeleri derlemeye talip olan alçakgönüllü bir İskoç duruşuyla karşımıza gelen Murry, kendisine yöneltilen tüm küçümseyici ve dışlayıcı hamleleri bildiği diller çokluğu ve uzmanlık alanlarının bolluğuyla savuştururken üniversite diplomasının üstün bir nitelik olmadığı gerçeğini de ispatlıyor bize. Öte yandan ne kadar dahi olunursa olunsun güçlü destekçi olmadan bu dehanın çevreye kabul ettirilemeyeceğini de izliyoruz Murry’nin Oxford sözlüğüne editör olarak tayin edilme sürecinde.

On yıldan uzun bir süredir yeni ve eşsiz derecede kapsamlı bir İngilizce sözlük yaratmaya çalışan ancak projenin başına getirilen Herbert Coleridge’in erken ölümünün ardından duraksayarak başka ülkelerdeki sözlük çalışmalarının gerisine düşen Oxford ahalisinin tek seçeneği haline gelen Murry ile çalışma kararı hikâyenin ilk kırılma noktası. Zira bir İskoç’un üstelik de üniversite diploması olmayan birinin Oxford çatısı altına alınarak dev bir projenin tek sorumlusu yapılması, üstünlük taslayan İngiliz mantığına havlu attırmak değil de nedir?

Aldığı sorumlulukla ailesine de özverili bir yaşam yükleyen Murry’nin İngilizce kelimelerin kökenlerini derlemeye başlamasıyla gelişen Oxford Sözlüğü’nün yaradılış öyküsündeki ikinci kırılmaysa, Murry’nin İngiliz akademisyenlerin ‘Sözlüğü en çok kullanılan kelimelerle oluşturma’ isteğine boyun eğmeyerek her dönemde ve kesimde yer almış tüm kelimeleri toplama fikrinde direnmesi!

Çocuklarına ‘Asla kitaplarla oynamayın’ nasihatini vererek kitapların bilgi edinme amacı dışında kullanılmaması ve isteyenin istediği gibi kitapları bir araca dönüştürmemesi gerektiği gerçeğine dikkat çeken Murry’nin ‘Dile gerektiği saygıyı gösterme’ mantığının dışında bu süreçteki son kırılma noktasıysa, Dr. Minor!
Çünkü bu derleme işinin tek başına yapılamayacağının bilincinde olarak İngilizce konuşan ve İngilizce okuyan herkese hitaben çağrıda bulunup ilgilerini çeken sözcüklerin köken bilgilerini bulmalarını ve yollamalarını talep eden notlar yazan Murry’e en büyük destek, kapalı tutulduğu akıl hastanesindeki odasını değerli kitaplarla doldurup ‘Art’ kelimesinde takılıp kalan Murry’ye 10 bin kelimelik yardım yapan Dr. Minor’dan gelmekte.




Dahası… Bir dili ölümsüz kılmak için onu oluşturan sözcüklerin köklerinin nerelere uzandığının araştırılıp bulunması gerektiğini ve dev içerikli sözlüklerin ulusları devleştirmedeki önemini hissettiren ‘Deli ve Dâhi’nin, Mel Gibson tarafından canlandırılan ‘Dâhi’ kısmı, Oxford Filoloji Derneği’nin İskoç muhalifi üyeleri tarafından yürütülen kuyu kazma işlerine karşı mücadele ve sözlüğü eksiksiz biçimde tamamlama gayretiyle geçerken hikâyenin asıl vurucu yanı, Sean Penn tarafından canlandırılan ‘Deli’ yani Dr. Minor ile ortaya çıkmakta.
Vicdan azabıyla tetiklenen korkularını bastırmak için kendisine hediye edilen kitapta bulduğu Murry’nin ‘kelime yardımı’ çağrısına dört elle sarılan Dr. Minor, Amerikan askeri oluşunun ve asker maaşı avantajının sağladığı rahatlığı kullanarak yaptığı çalışmayla sözlüğün ilk cildini destekler. Lakin kendisinin bu deliliği dâhilikle buluşturan bu çalışması, istemeden dul bıraktığı Eliza Merrett’in tavırlarıyla sekteye uğrar. Bir adamı ikinci kez öldürmemek düşüncesi ve dahi gerçekte olduğu üzere, geceleri uzak yerlere kaçırılıp çocuklara cinsel tacizde bulunmak zorunda bırakıldığı sanrıları nedeniyle, bir kriz anında kendi cinsel organını kesen Dr. Minor o günden sonra dünyayla ilişkisini keser.
‘Peki ya aşksa? Sonrası ne olur’ şeklindeki bir kısırdöngüye kapılan Dr. Minor ile dönemin ‘delilik’ tedavi yaklaşımını sunan ve ‘Tedavi etmek isteyenler, acaba tedavi etmeye çalıştıklarından daha dengesiz olabilir mi? Ruh hastaları, doktorların kariyerlerinde denek olmaktan öte bir şey ifade etmezler mi?’ şeklindeki soruları akıllara düşüren sahnelerin yoğunluğunda izlediğimiz süreçte biz, Dr. Minor ile Eliza’nın davranışlarını anlamaya çalışırken, sözlüğün ve Dr. Minor’ın öyküsü de yüksek yerlerden destek almanın önemiyle akıp gider… Ki bu noktada en önemli detay, dönemin İçişleri Bakanı Winston Churchill’e yönelik konuşmayla sergilenen ‘Demokrasi ve hak-adalet talebi’nin güzelliği olur!




SONUÇTA;
Orijinal adına denk çevirimle ‘Dahi ve Deli’, devasa sözlüğün nasıl hazırlandığını yansıtmanın ötesinde dünyanın dört bir yanında sömürgesi bulunan İngilizlerin, İskoçyalı bir dahi ile Amerikalı bir delinin bilgi gücüne muhtaç oluşlarının da kanıtı durumunda. Ayrıca bu ana öyküsünün içinde herkese indirgenen demokrasi anlayışının gerekliliği, kadınlarla vurgulanan sevginin yapıcı gücü, insani ayrım yapmayan dürüst yetkililer sayesinde adaletin yerine getirileceği ve savaşlardaki gaddarlıkların vicdanlı insanlar üstündeki yıkıcı etkisi gibi ara detaylar da barındıran bir iş.
Dolayısıyla dönemin atmosferini ve insanların ruh halini başarıyla canlandırarak, oyuncu performanslarıyla bu canlandırmayı güçlendiren ve ‘Dillerin canlılığını kavrayıp doğuşları hakkında fikir sahibi olmanın’ önemini vurgulayan bu filmi ‘Dâhilikle deliliğin sınırlarında gezen bir yaratıcılık öyküsü’ olarak tanımlayabiliriz. Gerçek hikâye meraklılarına tavsiyemdir.
Anibal GÜLEROĞLU
www.twitter.com/guleranibal