Şimdi size kalkıp ‘Selma’yı bilip bilmediğinizi sorsam, büyük ihtimal ilk aklınıza gelen ‘Hangi Selma, o da kim’ olacaktır. Ne yalan söyleyeyim ben de ‘Selma’yı ilk duyduğumda aşağı yukarı aynı mantıkla hareket etmiş ve bu ismin bir kadına ait olduğunu düşünmüştüm.
Oysa bu ‘Selma’ başka ‘Selma’… Arapça kökenli olup ‘barış içinde bulunma, huzur’ gibi anlamlara gelen ‘Selma’, bu kez bir bayan ismini temsil etmiyor. Bu ‘Selma’, ABD-Alabama’daki bir yerleşim birimi… Onu özellikli kılan ise 1964 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen Martin Luther King’in, ‘Ölmek için güzel bir yer’ olarak değerlendirerek, siyahî ırkın oy kullanma hakkını alma protestosunu başlattığı direniş noktası olması.
Televizyona ve basına yansıyarak, Amerika’nın her kesiminde ve dünya çapında ses getiren, 7 Mart 1965’teki beyaz adam vahşetinin yaşandığı ‘Bloody Sunday/Kanlı Pazar’ ile tarihe geçen ‘Selma’, tüm insanlığa ders olması gereken bu özgürlükçü ve katliamcı özelliğiyle, şimdi de beyazperdede adını ölümsüzleştirmekte.
 
TEKNİK OLARAK VERİLEN HAKKIN PEŞİNDE ÖZGÜRLÜK YÜRÜYÜŞÜ
Tarih boyu süren bir çabadır, özgürlük arayışı… Hele de azınlıkta kalanlar veya Kızılderililer, Siyahîler gibi ırksal farklılıklara sahip zümreler için bir başka önem taşır özgürlük. İnsanın, eşdeğer olarak yaşama hakkını gasp edenlerse, azınlıkta olsalar bile ellerindeki gücü sonuna dek kullanıp sömürülerinden taviz vermek istememiştir bu süreçte... Nitekim Mandela, Martin Luther King, Malcolm X gibi önderlerle dünyaya yansıyan; geçmişten günümüze, insanın insana zulmünü gösteren pek çok örnek mevcut.
Teknik olarak 1964 Anayasasıyla oy kullanma hakkını alan ama oy vermeleri yerel bürokrasinin oyunlarıyla engellenen Amerikalı Siyahîlerin, yönetimde söz sahibi olma uğuruna yürüttükleri barışçıl mücadelelerini anlatan ‘Selma- Özgürlük Yürüyüşü’ de, gücü elinde tutanların gerçek yüzlerini görmek adına önemli bir çalışma.
Dünyanın barışını ve toplumların özgürlüğünü koruma havarisi kesilmesine karşın kendi içindeki siyahî vatandaşlarını yakın tarihe kadar ezen, polis zorbalığıyla yürütülen ayrımcılığı günümüzde dahi sürdüren ABD’nin çifte standardını bir kez daha algılamamızı sağlayan Ava DuVernay yönetmenliğindeki yapım için ilk etapta, 2014 Oscar’ında En İyi Film ödülünü alan ‘12 Yıllık Esaret’in yakın tarihe uzanan devamı diyebiliriz.
Bu yılın Oscar adayları arasında yer alan ve tema mantığının yanı sıra yapımcıları da aynı olan ‘Selma-Özgürlük Yürüyüşü’, ABD’nin Güney’inde köleliğin yasal olduğu çiftlik esaretleri gününden bir insan hikâyesine odaklanan ‘12 Yıllık Esaret’teki ayrımcı tabloyu, kazanılan ama engellemelerle kullanımına izin verilmeyen göstermelik haklarla, modernleştirerek yüz yılın ötesine taşır nitelikte…
Nobel Barış Ödülü’nden, Başkanı Lyndon Johnson’ın ofisindeki hak talebine… Oradan da ‘Selma’daki Brown Chapel AME Church’te yapılan bilinçlendirici organizasyona ve seslerini duyurmak için Edmund Pettus Köprüsü’nden yürümeyi seçenlerin uğradığı ürkütücü saldırıya tanıklık ettiren yapımı, ‘12 Yıllık Esaret’in üstüne çıkartan en önemli fark ise öyküsünün diğerine kıyasla daha net belgelere ve kitlesel özgürlük hareketine dayanıyor olması!
 
‘ŞİDDET KARŞITLIĞI PASİFLİK DEĞİLDİR’
Tanrı’ya olan inancı doğrultusunda şiddet kullanmaktan kaçınarak hak ve özgürlük arayışını sürdüren, yediği yumruğu tebessümle karşılayan Papaz Martin Luther King ve arkadaşlarının çabasını ‘Selma’daki ayrımcı tablo üstünden yürüten filmin dikkat çeken yönlerinin başında, ellerindeki baskı gücünü kaybetmekten korkan beyazların yönetimsel taktikleri gelmekte.  
‘Beyazların yarattığı yıkım ancak eşitlikle aşılır’ diyen siyahî vatandaşları oy vermekten alıkoymak için sergilenenler ibretlik şeyler… Seçmenlik başvurusu yapandan; Alabama’daki 67 ilçe yargıcının adını saymasını isteyen, kefil şartını koşan, adını-adresini gazetelerde yayımlayarak ırkçıların açık hedefi haline getiren yasalarda ısrarcı olan beyazlar, böylece siyahî vatandaşların yargıdaki yolunu da tıkamış oluyor. Çünkü ABD yasalarına göre jürili yargıda varlık gösterebilmek için seçmen kütüğünde kayıtlı olmak gerek.
‘Şiddet karşıtlığı pasiflik değildir’ mantığıyla hareket eden Martin Luther King ve ‘Selma’ halkının oturma eylemi, yürüyüşle protesto gibi silahsız-masum tepkilerine karşılık polisin ve onların desteğindeki yerel halkın dikenli telle sarılan coplarla, gazla, kırbaçla müdahalesine tanıklık ettiren ‘Özgürlük Yürüyüşü’, tüm bunlara ilaveten FBI faktörünün ‘kasetçi’ tehditlerini de gözler önüne seriyor.
Vietnam’ın özgürlüğüne kaygı duyup oraları korumak için asker yollamaya gücü yeten ama 525 kişilik ırkçılık karşıtı yürüyüşü korumak konusunda hayli tereddüt gösteren ABD Başkanı’nın uzlaşmacı görünürken, arka plandan da FBI sayesinde hak talebini engelleyici takipçiliğini sürdürmesi, politikanın iki yüzünü gözlemlemek adına kayda değer!
Öte yandan 1965’te ‘Selma’da yaşanan vahşeti izlerken, orada sergilenenlerle günümüzdeki pek çok yaşanmışlık arasında paralellik yakalayıp empati kurmak da mümkün. Bu çağrışım ise bizi, ırkçılığın ve kötülüğün zaman-ülke gibi kavramlardan soyutlanmış global bir sorun olduğu noktasına götürüyor.
Dolayısıyla Oscar adaylıkları peş peşe gelen ve bir anlamda Amerika’nın Hollywood vasıtasıyla ‘günah çıkartması’ gibi duran yaşanmışlıklara dayalı yapımları bir bütün olarak değerlendirdiğimizde karşımıza çıkan gerçek, yüzyıllar geçse bile ayrımcılığın ve acımasızlığın çirkin yüzünü bir şekilde göstereceği… Bunu yaparken de özgürlüğe destek verenler arasında hedef gözetmeksizin, çoluk çocuk demeden kıyımcılık fırtınasını estireceği!
Nesillerdir itilip kakılanların nasıl hak talep edebileceği konusunda, direniş kadar eğitimin ve paranın da önemli olduğunu düşündürürken, hak almanın yolunun manşetlere ve televizyona çıkmaktan geçtiğini, bunu sağlamak için de drama yaratmak gerektiği gerçeğini ortaya koyarak günümüzdeki medya merakıyla da bağ kuran ‘Selma’nın öne çıkan nihai mesajına gelince…
Yaşam; sevilen ve inanılan şey için ölüm göze alındığında değer kazanır!
 
Anibal GÜLEROĞLU
www.sinematur.com