Adalet… Günümüz dünyasının en çok ihtiyaç duyduğu ama ne yazık ki çoğu zaman arayıp da bulamadığı değerli bir kavram! Suçlular ortalıkta cirit atarken adaleti sağlamakla görevli olanlar bunlarla baş etmekte yetersiz kalabiliyor kimi zaman. Suçların işlenmesini engelleme güçlüğü bir yana, yakalanan suçluların da adalet sistemindeki hafifletici sebeplerden faydalanıp hak ettiği cezayı görmemeleri, dürüst ve kendi halinde yaşayan vatandaşları olumsuz yönde etkiliyor kuşkusuz. Özellikle de, sevdiklerinin canına-bedenine kastedenlerin adalet güçleri tarafından bulunamaması, insana en acı vereni oluyor. Bu durumda adaletten ve emniyet güçlerinden ümit kesilmemesi ne derece mümkün?


Nitekim ‘Aileni korumak için ne kadar ileri gidersin’ sloganıyla yola çıkarak, resmi makamların suçlularla baş edemediği hallerde, kişilerin kendi adaletini sağlama eylemini tartışmaya açıp adaleti sorgulatan ‘Öldürme Arzusu/Death Wish’ da insanlardaki bu ümitsizliğin cevabı gibi çıkıyor karşımıza.

ÇARESİZLİK İNSANI AZRAİL YAPAR MI?

‘Çaresizlik aslında insana büyük bir güç verir’ demiş Charles Dickens… Gerçekten de insanların çaresizlik halinde neler yapabileceklerini kimse tahmin edemez. En halimselim kişi bile kötülüğün yarattığı çaresizlik sonucu alabildiğine acımasız birine dönüşebilir.

Nasıl ki, Charles Bronson’ın başrolünde, seyredenin aklında yer eden 1974 yapımı ‘Öldürme Arzusu’nun yeniden çevrimi olan ve çaresiz insanın derin isyankârlığını sunarken, hayat kurtaran cerrahtan suçluların canını alan Azrail’e dönüşen Doktor Paul da bu doğrultuda gelişim gösteren bir aile reisi kimliğinde örnekliyor bu gerçeği!


Her geçen gün artan suç sayısının korku şehrine döndürdüğü Chicago’da suçlular tarafından vurulan ekip arkadaşını hastaneye yetiştirmek için olağanüstü çaba harcayan bir polisin ortağının ölümünü… Ve onun ölüm haberini veren cerrahın, suçluyu ameliyat etmeye giden doktorun ‘Benim işim insan hayatı kurtarmak’ sözü karşısındaki çaresizliğini vererek açılışını yapan ‘Öldürme Arzusu’, Doktor Paul ve karısının ev ortamındaki sevgi dolu samimi tabloyla başlatıyor hikâyesini.



Kızlarının üniversiteyi kazanma sevincini ve gündelik yaşamdaki mutlu aile hallerini kısaca geçip seyirciyi, ‘Zengin olan o, ben değilim. Bende para yok’ diyerek bir anlamda zıt kardeşler arasındaki ezikliği hissettiren, Doktor’un kardeşiyle tanıştıran akış, ‘vale’ olayının nasıl tehlikeli durumlara yol açabileceğini göstererek yaratıyor kırılma noktasını. Lüks araçların kişisel bilgiler açısından güvenliksiz olduğunu ve yabancıların yanında özel konuşmalar yapılmaması gerektiğini vurgulayan bu süreçte, valelerin, hırsızlık başta olmak üzere suç unsuru doğurma kapasitesini hatırlatan senaryo, doktorların her şartta özverili davranmak zorunda oldukları gerçeğini de doğum gününde hastaneye koşturan Paul ile sunuyor seyircisine. Zaten ne oluyorsa bu özveriden sonra oluyor!


Charles Bronson ile yaratılan ‘Öldürme Arzusu’nun aksine ‘tecavüz’ olayına yer vermeyerek ve işin dramatik yönü daha hafifletilerek yaratılan yeni versiyon film, aile reisine sürpriz yapmak isteyen anne-kızın hırsızların gazabına uğramasıyla ‘adalet’ olgusunu sokuyor devreye. Tüm iyi niyetiyle sisteme inanan ancak geçen zaman zarfında hiçbir ilerleme kaydedilmemesi sonucu, çözümlenememiş vakaların teşkilattaki panolara dizilmekten öteye geçemediği polis teşkilatının suçluları bulamayacağı kanısına varan Doktor Paul’ün mağdurlara yardım eden halk kahramanı ‘Azrail’e dönüşümü de böylece başlıyor. Tabii filmin mesajcı yüzü de çıkıyor ortaya…

Bu noktada içeriğin seyircisine sunduğu önemli detaylardan biri, teknolojinin ve medyanın adalet mekanizmasındaki yerine dair saptamalarda bulunulması… Cep telefonlarıyla yapılan kayıtların internete yüklenerek delillerin polisten önce başkalarıyla paylaşılmasındaki yanlışlık ve TV-radyo gibi iletişim araçlarındaki tartışma programlarının vatandaşları yönlendirme rolü, yeni nesil ‘Öldürme Arzusu’nda kara mizah tadında sunulmakta. Öyle ki, tanık tarafından sıcağı sıcağına paylaşılan ve tıklanma rekoru kıran kahramanlık icraatını gören Doktor Paul bile internette kendini izleyip kritik yapabiliyor, övgü duyabiliyor. Dahası internette silahlar ve suç eylemleri hakkında yol gösterici programların bolluğu da aynı mizahi mantıkla işaret ediliyor içerikte. Özellikle bu tarz programların finalinde yapılan olayın kötülüğüne dair eğreti söylem, adalet sistemi sayesinde suçların ne denli pratikleştiğini görmek adına kayda değer!



‘Her şey olur biter, polis o zaman gelir olay yerine’ şeklindeki mantığın tüm dünyada geçerli olduğunu gösteren ve bir anlamda polisin suç anındaki etkisizliğini anlatan… Ara yerde glütensiz beslenme olayına da değinen ‘Öldürme Arzusu’ndaki önemli mesajlardan biri de, bireysel silahlanmanın ne denli yaygın olduğu gerçeği! Şatafatlı reklamlarla legalleştirilen ‘silah satın alma’ olayının ve silah satıcıları tarafından hızlandırılan ruhsat işlemlerinin altını çizen senaryo, evlerde saklanan silahların, bunları çalıp yasadışı işlerde kullanılmak üzere yüksek fiyatlarla satmak isteyen hırsızlara davetiye teşkil ettiğini de hatırlatmakta. Dikkat!

Tüm bu çarpıcı mesajlarla yoğrulan senaryodaki ‘adalet’ ikilemine gelince… Bunun yorumu da, seyirciye kalmış. Zira yetkililerden kaynaklanan çaresizlikle ‘Azrail’e dönüşmenin öç alma duygusu eşliğinde gelişen dayanılmaz çekiciliğine karşın, bu yapılanın da bir suç olduğu ve kendi adaletini sağlamak isteyenlerin bu yolda ölüp gidebileceği gerçeği iç içe verilmekte.


ÖZETLE;
Erkeklerin, ailesinin başına kötü iş gelmesi halinde kendini suçlayıp ‘Koruyamadım’ ezikliğine düşme halini, abartıya ihtiyaç duymadan canlandıran Bruce Willis’in beyazperdeye dönüşü olarak da görebileceğimiz ‘Öldürme Arzusu’, son sözünü suçlularla mücadele işinin emniyet teşkilatlarına bırakılması gerektiği yönünde söylese bile… Nihayetinde alenen işlenen ve adaletin gözünden kaçan suçlar karşısında kişisel adaleti sağlama arzusunun ağır bastığını gösteren bir film niteliğinde.Adaleti sorgulatan ‘Öldürme Arzusu’nun sıkılmadan seyredilecek bir iş olduğunu belirterek koyalım noktayı.

Anibal GÜLEROĞLU
www.twitter.com/guleranibal