Biraz doksanlara gidelim, bugünle bir kıyas ve biraz nostalji yaşayalım istiyorum… Haydi başlayalım…
Doksanlarda kokulu silgiler üretilmişti, pis kokuları silecek olanı ise; halen üretilemedi!Siyasetin türlü türlü kokusuna rağmen; karşılıksız ve çıkarsız dostluklarımız sürüyordu. Komşudan yeri gelir salça ister, yeri gelir yumurta verirdik… Sıkıysa şimdi de al ver… İç sesin hemen devreye girer:”Ya katilse, ya tecavüzcüyse…?” Kim komşumuz bilmiyoruz!Perdeler şimdilerde sıkı sıkıya kapalı… O yıllarda perdeler her evde aynı desendi. Kırmızı güller, kahverengi dallar…  Şimdilerdeki gibi değildik, hep  aynı gibiydik, bilmezdik farklı durmayı.  Tarkan “Oynama ŞıkıdımŞıkıdım” dese de hep birlikte oynar, Yonca Evcimik’in şarkısını dinler, gazetelere  abone olurduk.
Gazeteler;maket ev ve bebekler verirdi.Bazıları;işi büyütüp, beyaz eşya kampanyalarına kadar ilerledi… Buzdolabı hayaliyle Günaydın Gazetesi’nin kuponlarını biriktirirken;“Altın Kupon” ile tezgaha geleceğimizi bilemezdik. Ilıcaklar gazeteyi kapatıp, altın vuruşunu yaptığında;  ağzımız bir karış açık,  gazeteciliği sorgular olmuştuk…  Meğer; medyadan daha ne vurgunlar yiyecekmişiz de,  haberimiz yokmuş. Günaydın devede kulak.
Televizyonların;kulları yoktu henüz, antenleri yine sağa sola çevrilirdi, kablolu yayınlar, uydu antenleriçatılardaki yerini almamıştı. Çocuklar resim yaparken;  evlerin yaz kış tüten bacalarını çizerdi de nedense  bu antenleri bir türlü çizmezlerdi?  Şimdiki çocuklar resim yapıyor mu sahiden? Doksanlarda; Ressam Bob’u hayranlıkla izler; sanatına saygı duyardık, “Ucube” demezdik, severdik sanatçıları. Henüz ucube üç harfliler sarmamıştı etrafımızı… Bob sayesinde; resim ile fotoğraf arasındaki farkı hemen herkes bilirdi… doksanlarda  dijital değildi, fotoğrafçılara tab ettirilirdi fotoğraflar ve aile albümleri henüz kaybolmamıştı…
Çizgi filmler de özünü kaybetmemişti; Jetgiller, Casper, Taş Devri, Şirinler televizyonlarda henüz türbana bürünmemişti… Sincan’da Kudüs geceleri düzenlenmiş, tanklar sıra sıra dizilmişti... “İrtica” kelimesini bile bilmezdik, yeni yeni öğreniyorduk…
Susam Sokağı; çocuklarımıza alfabeyi, rakamları öğretirken içimiz rahatmış, şimdiki gibi; “Aman ne yumurtlayacak da,  çocuğun kafasını karıştıracak bu televizyonlar?” diye korkmuyorduk pek. Okul fişlerinde; Ayşe ipi tutmaya devam eder, Ali top oynamayı severdi. Şimdiki gibi Ali, Ayşe ile kavga etmezdi, hatta birbirlerine meybuz, ikram eder, tasobile oynarlardı…
Cenk Koray’ın bizleri ekrana kilitlediği Tele Kutu vardı, daha ayakkabı kutusundan neler çıkacak bilmediğimiz yıllardı o yıllar… Hediyeler dağıtırdı. Ekranlar henüz kavga gürültü değildi.  Evet-Hayır Yarışması’nda yarışmacıyı İzmir Marşı ile  uğurlarken; en büyük patırtıyı-ki sevimli bir seremoniydi- Erkan Yolaç çıkarırdı.
Yola çıkarken; Kara Şimşek gibi bir arabamız olsa var ya; ooo biz neler yapardık neler… Hayallerimizin sonu yoktu. Şimdi bakıyorsun “Milli Araba-Yerli Araba” diyor koca bir yalan, gösterdiği araba  yabancının… hayal kurmaktan bile çekinir olduk, yabancı çıkacak, yalan olacak diye…
Marialar, Gonzalesler… Brezilyanın bol dedikodulu bitmek bilmeyen dizileri de o yıllarda birer afyon olup girmişti evlerimize, bizim şalvarlı, eli kınalı  teyzeler ballandıra ballandıra: “Bu Gonzales’in Maria’ya giderken…” diye başlayıp tüm filmi  anlatışını, afallayarak dinlerdik… Şimdilerde daha çok afallıyoruz; varsa abdest suyu, yoksa mor surat ve  ötesi… Televizyonlar başkaydı; Alf’in hinlikleri, Süper Baba’nın cinlikleri, Tolga ile Hugo’nun birlikleri hiç unutulur mu? Büyük küçük hepimiz izlerdik…Aileden biri gibiydi onlar… Yine de Hayat Ağacı başkaydı bizler için. Sam güzel kızdı doğrusu… Tarkan’ın:”Unutmamalı... O güzel günleri..anılarla gönülleri hoş tutmalı” şarkısı eşliğinde devam edelim…
Güzel diziler vardı, güzel oyunlar vardı… hele bir tanesi vardı ki; Tetris! Kabusu olmuştu kiminin...Ah  o bloklar rüyalarımıza girip sabaha kadar bizi esir almasa ne iyi olurdu…  Sanal ile  gerçek çarpışırdı uykularımızda… Legolar mı Tetris’ten, Tetris mi Legolardan türemişti bilemedik.  Şimdiki Toki konutları gibiydi Legolar… keşke bina değil oyuncak olarak kalsaydı Legolar… tıkış tıkış tıkıştırdılar insanları Tokilere… Doksanlarda; boş oyun alanları vardı çocukların… Şimdi;boğuldu çocuklar, üst üste bindi katlar… ne oynayacak alan kaldı, ne de oyuncak Lego!
Gerçek ile sanalın birbirine karıştığı zamanlardı doksanlar. Sanal bebekler yeni yeni çıkmıştı, doğuyor-besleniyor-büyüyor, altını değiştiriyor, yedirip içiriyorsun falan... Çocuklardansa;  büyüklerdaha  hevesliydi… Genç yaşta sanal torunu olan anne babalar… Evladın sorumluluğunu taşımayanlar da vardı elbet, sanalı kolayına gelen sahte babalar… sahte adamcıklar yeni yeni türemeye başlamıştı… Henüz boşanma oranları da bu kadar yüksek değildi. O yıllarda kadın-erkek eşitti. Şimdiki gibi hot zotlar, kadını öldüren adamlar çoğalmamıştı henüz…
El yazısı da ölmeye yüz tuttu şimdilerde… Doksanlarda çocuklara; güzel yazı dersleri veriliyordu, şimdiki gibi  bilgisayardan ödev indirmiyordu çocuklar. Mürekkebi önlüğüne dökmüş, eli yüzü mürekkep içinde eve dönen çocuklar; o zamanlar daha  mutluydu… Hele patenleri ile kaykay yapanlar yok mu, uçuyordu çocuklar… Barış Manço’nun  “Adam Olacak Çocuk”larıydı onlar… Şimdiki gibi, işe giderken; paten giyip, belediye otobüsünün arkasına takılmıyordu işçi çocuklar…
Hayat o yıllarda da zordu, şimdi de zor… Fakat; olan olmayanla paylaşırdı doksanlarda… Ansiklopedisini, atarisini paylaşırdı, yalnız değildi çocuklar. Plastik elektronik, rengarenk kol saati vardı herkesin… Hediye değil, hele pahalı hiç değildi. Kontörlü veya faturalı hatlarımız yoktu ama  yağmurda karda  sığındığımız, telefon kulübelerinden jetonla arayabildiğimiz dostlarımız vardı…
O yıllarda rakip takım taraftarıyla savaş değil, spor konuşulurdu… “Demokrasi yarım, böyle demokrasi mi olur?” diye bas bas bağırdığımız günlerdi, bilemedik ki gelecek daha kötü gelecek!Bir yanımız  Madımak Oteli’nde yobazların yaktığı canlara, ağıtlar yakarken, diğer yanımız kaskatıydı! Dönüşüyorduk fark etmeden, yavaş yavaş… “Kimse yok mu?-Sesimi duyan var mı?” diye seslendik dipsiz molozlara…Gölcük ve Düzce depremlerinin  faili meşhurdu…Ağıtlarımız birdi, ağrılarımız bin.
Binlerce liramız vardı, paramızdan altı sıfır atılmamıştı hatta milyonlarımız vardı. Görünürde hepimiz milyonerdik, ne hikmetse biz o zaman da sefildik, şimdi de sefiliz… Euro doğmamış, Mark ise henüz ölmemişti,  Dolar ile  kıyasıya yarışırdı. Parayı kadeh gibi  tokuşturan, çember bohçasını altın ile doldurup  kaçan tatlı su kurnazları başbakan bile olmuştu… Şimdi bohça hikayesine falan dalmadan, deveyi hamuduyla götürenler, çemberin dışında olanlar, sırtlanlar, akbabalar, çakallar, kurtlar…  Doksanlarda; çemberin dışında kaç açı var bilemedik?   Bizim matematiğimiz hep şaşkındı… Şimdi de bir hayvanat bahçesi furyası… zoolojimiz tümden şaşkın… Literatüre hayvanları sokan siyasiler, bilmiyoruz ki zavallı hayvanlardan ne ister? 
90’larda, faili meçhul klişesiyle kontrgerilla yine faildi… Susurluk’ta ayran içtik, siyaset-mafya-emniyet üçgeninde; paraleli aradık… matematiğimiz şaşmıştı… Tencere tava çaldık, başka da bişey çalmadık… Memoli’nin Yılan Hikayesi gibiydi, faili meçhul dolu doksanlarımız…Yitirdiğimiz canlara saygıyla,
Seray DEREN- Hür Kalem