Film aklı yarı yitik bir mecnunun saçlarının kesilmesiyle başlar…
 
Ve Suren Asaduryan “Barınak” için çaldı…
 
Türk sinemasında minimalist eğilimlerin tırmandığı bu dönemde Hasan Karcı ve Haluk Can’ın yazıp yönettiği yakında pek çok sinemada gösterime girecek olan “Barınak” filmi, kurmaca ve belgesel gerçekliğin iç içe geçtiği bir film olarak karşımızda. Gerçek ve poz bir araya gelmiş, yine bir gerçeği anlatıyor sanki. Bu belgesel gerçeklik, hikayeyi daha anlamlı kılıyor. Estetik ve romantik bir dil ile anlatım var. Hikaye tam da duyarlılık noktasında durmamız gereken bir hikaye ve görüntülerin estetik gücü hikayenin gücünü aşıyor denebilirse de bir denge kurulmuş filmde.
 
Son dönem sinemamızda özellikle bağımsız sinema örneklerinde minimalizmin artan ivmesini hatta gücünü gösterdiğini görmek mümkün.
Barınak filmini izlerken, “Tarkovsky” sinemasının kadraj yalınlığı ile yalnızlık hallerinin sinemasal aktarımını düşündüm bir de Peter Greenaway’in “Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı” filmini.
 
Kent kıyısındaki barakalarda yaşayan ve barınak hayvanları için –yerel yönetim uygulaması- belli bir ücret karşılığı  konteynırlardan yiyecek toplayarak geçimlerini sağlayan 3 öteki insanın ve sünger avlarken vurgun yiyen, huysuzluklarıyla bezdiren İshak Reis’in hikayesi Barınak.
Ayperi, Zaim ve Adem…
Ve İshak Reis
 
Ve yıllar sonra gelen yüzleşme, hesaplaşma. Hepimizin bir yanına mutlaka dokunan  bir yeri var hikayenin; hayatın merkezinde duranların hikayesi de denilebilir. Birimizin geçmişinde bilinçli ya da bilinçsiz işlediği bir eylem, belki de beşimizin kaderini birden değiştiriyor…
 
Ve adına dünya dediğimiz bu gezegende yaşamın kıyısındakiler hep bir kenara sıkışır, hayvanlar barınağa, insanlar barakaya…
 
Görüntü Yönetmenliğini Sema Özevin’in yaptığı Barınak’ta naif, yalın, duru görüntülere, duduk ustası Suren Asaduryan’ın müziği de eşlik edince insan kaderine razı olarak, zamanı zaptedip, mekana dahil olmak istiyor. Filmin içinde olmak istiyor. Gece görüntüleri, ışığın düşüşü, akışı, planların, sahnelerin, zorlamayan, yormayan, yerli, yerinde renk ve biçim, figür  dengeleri, çok güzel. Diyaloglar da son derece abartısız ve kısa öz.
 
Ve siyah beyaz fotoğraflar hep yanımızda taşıdığımız, Adem hiç gelmeyeceğini bildiği bu dünyadan göçüp gitmiş annesini bekliyor, fotoğrafını yanından hiç ayırmadan. Ayperi’nin babasının öldürülmeden önceki fotoğrafı duvarda asılı ve Davut’un kaderini kötüye çeviren önüne serilen fotoğraf…
 
Yönetmenin masalsı bir görüntü akışı sunduğu filmin masalsı görüntüleri bilinçaltımızda zaman zaman sıçramalara yer açacak nitelikte. Filmin bizde bıraktığı  görsel, düşünsel, işitsel tatlar filmin alt metnine çok da ihtiyaç duymamamızı sağlıyor. Süngerci meyhanesini, barakaların gece suya yansıyan aksini, filmin kırık bir hüzün taşıyan müziklerini unutmayacağız. En çok da Adem’i… Hepimizin içinde bir nebze olsun mecnun Adem dolaşır durur…
 
Karakterleri canlandıran oyuncuların seçimlerinin çok yerinde olmadığını düşünüyordum filmin başlarında. Filmde, Meral Konrat, Ali Yaylı, Orhan Aydın, Maya Dilek Öncü, Yusuf Ekşi, Remzi Özgüllü, neredeyse herkese eşit dağıtılmış bir görev bölümüyle yer alıyor. Ayperi karakterini canlandıran Meral Konrat’ın adını okuduğumda afişte acaba gibi kuşkulu yaklaşmıştım, çok kötü değildi ama daha iyi olabilirdi. En çok da Âdem karakterini canlandıran Ali Yaylı’nın oyunculuğu etkileyici idi. Oyuncuların hiçbiri diğerinin önüne geçmeden güzel bir denge içinde gelişmiş film.
 
Filmi vizyona girmeden önce izleme şansım olduğu için şanslıyım. Filmin festivallerde öncelikle görüntü dalında olmak üzere hikâyesi ile de dikkat çekeceği ve ödül alacağı kanısındayım.
 
Filmin eğildiği hayat parçaları insanları kaba bir düğümle birbirine bağlıyormuş gibi görünse de görsel naiflik usta yönetmenin ellerinde yine galip geliyor. Hani derler ya minimalizm bir çeşit zen Budizm’i gibi…
 
İyi seyirler…
 
Zeliha DEMİREL