Kurgular ve gerçekler… Yaşam ve ölüm kadar birbirinden kopamayan, iç içe geçmiş olgular. Dolayısıyla bunları ayrıştırmak mümkün değil. Hal böyleyken kurguların gerçek yaşamı yansıttığını düşünüp gerçekleşen olayları da, prototipleri kurgularda işlenmiş projelerin uygulama aşaması olarak değerlendirebiliriz.

Nasıl ki, ülkemizde Ekim’de gösterime girecek olan ‘Marslı/The Martian’ filmi Mars’taki Robinson Cruseo hayatı üstüneyse, bu kurgunun gerçek yaşamdaki izdüşümü de Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi NASA’nın Mars’taki yaşam koşullarını simule ederek başlattığı bir yıllık yalnızlık deneyi… Yani bu örnekten de görüldüğü gibi kurguların gerçekte mutlak bir karşılığı bulunmakta! İkinci Dünya Savaşı esnasında ünlü isimlerle sürdürülen sonrasındaki soğuk savaş dönemindeyse hız kesmeden devam edip 60’lı yıllarda dizilere dahi konu olarak itibar gören ajanlık olayında da durum aynı. Gerçi Amerika ile Rusya arasında bahar rüzgârlarının estiği günümüzde, ajanlığın geçmişteki kadar popülaritesi yok. Hele bir de teknolojik yeniliklerin haber almayı hayli kolaylaştırdığını düşünürsek Hollywood’un yeni ajan kurguları  bir parça havada kalıyor ama… Yine de tıpkı insanlarda olduğu gibi devletler arasında da her daim geçer akçedir ajanlık.

Dolayısıyla Guy Ritchie motivasyonlu 2015 yapımı  ‘Kod Adı: U.N.C.L.E./Man From Uncle’ filmine de bu açıdan yaklaşmak lazım. Üstelik tam da Hitler’in altınlarını taşıyan trenin Polonya’da bulunduğuna ve bu ganimetten pay almak için Rusya’nın bile başvurduğuna dair haberler medyaya yansımışken… Yıllardır efsane mi yoksa gerçek mi olduğu tartışılan bu hazine haberinin üstüne Hitler’in roket tasarımcısının ortadan kayboluşuna dair bir ajanlık öyküsü aktaran ‘Kod Adı: U.N.C.L.E./Man From Uncle’ fazlasıyla denk düşmekte.
 
AMERİKA, RUSYA VE İNGİLTERE’NİN AJAN İŞBİRLİĞİ

İkinci Dünya Savaşı’nın Almanya’ya indirdiği en büyük darbe, onca felaketin sebebi olan ülkenin ikiye ayrılması… Bunun yan etkisiyse Avrupa’nın üstüne demir perdenin çökmüş olması. Bu hakikatleri yansıtıp Doğu Avrupa’dan kaçışların hızla arttığı dönemde bunların önüne geçmek için örülen Berlin Duvarı’nın anlatısıyla açılışını yapan ‘Kod Adı: U.N.C.L.E./Man From Uncle’,1963 yılının Batı Berlin’indeki Amerikan vatandaşının gayet rahat bir biçimde Doğu’ya geçişinin ardından ‘Ukalalık beladan mı kurtarır yoksa bela mı açar’ felsefesiyle ajan öyküsünü başlatmakta.

Araba kovalamacasıyla başlayan takibin Berlin Duvarı’nın aşılmasıyla noktalandığı ilk karşılaşmanın tadı damaklardayken, CIA ajanı Solo ile KGB ajanı Kuryakin’i ABD’den aniden kaybolan Hitler’in roket tasarımcısı Dr. Udo’yu bulma görevinde işbirliğine sokmak için ilginç bir biçimde yeniden buluşturan film, Doğu Berlin’den İtalya’ya uzanan bir yolculukta bir de Alicia Vikander tarafından canlandırılan korunmaya muhtaç tamirci kız Gaby tipinin gizemini katıyor araya.

Sürprizlerle dolu öyküsünü, James Bond havasını eli çabuk hırsızlıkla buluşturan Solo(Hanry Cavill) ile eğlenceli hale getiren yapımda, öfke kontrolü problemi yaşayan Kuryakin(Army Hammer) de Rusya’nın soğuk yüzü olarak yer bulmakta. İki ülkenin ajanları hayli ilginç ve keyifli aksiyonlarla hedefe ulaşmaya çalışırken kendi ajanlarına dahi madik atan İngiltere’nin payına düşen de, ortamı çomaklamak! Dolayısıyla birbirlerinden zıt kişilikteki ajanların erkeksi ve mizahi etkileşime girdiği süreçte İngilizlerin saman altından su yürütme alışkanlığını da gözlemliyoruz.

Bu yolla İngiltere’nin gerek Amerika’ya gerekse Rusya’ya çelme takma merakını aktaran… Yanı sıra ajanların mesleki tercihlerinin özel yaşamlarındaki zaaflarının yönetimlerce koz olarak kullanılmasından kaynaklandığını vurgulayarak ‘Tehlikeleri bilindiği halde niye ajan olunur’ sorusuna cevap veren filmin bu detaylar dışında öne çıkan özelliği, dönemin atmosferini her şekilde yansıtıyor oluşu!

Bu arada nükleer güç çekişmesine girişen Amerika’nın ve Rusya’nın teknoloji rekabetine de şahitlik ediyoruz tabii… Kimin kimden üstün olduğuna bir türlü karar veremediğimiz anlarda ilginç gözlüğü ve komik dansıyla Gaby faktörü giriyor devreye.

Sonuçta; Diziden yakaladığı havayı sinemaya pompalayan ama bunu yaparken de ne o dönemin özelliklerinden ödün veren, ne de günümüzün algısının gerisinde kalan dengeli bir yapım var karşımızda. Üstelik insan yönü ağır basan yapımın enerjisi de hayli yüksek. Akıcı üslubundan dolayı izlenmesi keyifli. Şiddeti ve işkenceyi sanata dönüştüren komplike ajan öyküsünün algılanması da kolay. Dahası mekânlarından giyim kuşamına, karakterlerinden aksiyon sahnelerine bir hayli de renkli. Tüm bu özellikleriyle ajan klişelerinde ilerler görünüp onların birkaç tık ötesine geçiyor. Hele işkence sahnesindeki absürt mizah bir harika!

Kısacası soğuk savaş ürünü ajanların ve James Bond filmlerinin hayli rağbet gördüğü yıllarda TV serisi olarak yaratılan dizide zaten mevcut olan U.N.C.L.E. grubunun nasıl oluştuğunu işleyerek serisini başlatan Guy Ritchie, abartısından hafif yollu mesajcı taşlarına, her açıdan iyi bir iş çıkartmış.

Asla demode olmayacak olan Dünya’yı kurtarma görevini üstlenen Amerika, Rusya ve İngiltere’nin koruyucu ajan işbirliğinin devamının İstanbul’da olacağını müjdeleyip, soğuk savaştan günümüze ajan oyunlarının her daim sahneleneceğini hatırlatarak koyalım noktamızı.
 
Anibal GÜLEROĞLU
www.twitter.com/guleranibal