Uzun dizileri, ağır çekimler ve sürekli kendini tekrarlayan konu aksiyonu sayesinde kotaran kurgu yaratıcılarımız, her ne kadar dünyaya açılım konusunda iddialı olsalar da ortaya çıkartılan öykülerin ve işlenişlerin farkı meydanda. Altını çize çize tekrarladığımız bu fark, sinemada da aynı çizgi doğrultusunda alabildiğine hissedilmekte.
Genelinde arabesk dilden kurtulamayıp konuları derine inmeden, dar çerçeveden yansıtan sinemamızda ve tabii ki dizilerimizde ortaya çıkan en büyük kurgusal eksiklik, tür konusunda kendini gösteriyor.
Korku türünde, eskiye kıyasla daha çok örnek çıkartıp teknik desteğin sayesinde bir parça dişe dokunur işler üretiliyor. Ancak burada da senaryo yaratıcılığına rastlamanın pek imkânı yok. Tıpkı dizilerdeki gibi, üç aşağı beş yukarı aynı tema çevresinde dönülüyor. Bazıları içinse, ‘Hollywood çakması’ etiketi gayet denk düşüyor.

Öte yandan bilim kurgu konusu sektörümüzün derin yarası! Dizileri geçtim, 100’üncü yılın övgüsünü çeşitli kutlamalarla yansıtırken, Yeşilçam kalıplarının modernleştirilmiş tablosundan kayda değer bir üstünlük yaratılamadığını, beyazperdede yer alan filmlerle ispatlayan sinemamızda bu yönde bir gayret de yok. Öyle ki, komediyle sulandırılan birkaç örneğin üstünü çizersek, öykü ve tür kısırlığına bakıp, ‘Bilim kurgu yaratmak kim, biz kim’ desek yeridir.
Sıra sıra festivaller düzenlerken ‘Körler sağırlar birbirini ağırlar’ algısıyla denk düşen sektörel eksikliği vurgulamanın ardından rotamızı Hollywood’a çevirecek olursak… Karşımıza çıkan son örnek, uzayı ve onunla ilgili varsayımları olabildiğince gerçekçi-inandırıcı bir dille betimleyip olayı beşinci boyuta bağlayan ‘Yıldızlararası/Interstaller’! Bizim senaristler biraz ders alsın derim...
 
‘NEDEN’ SORUSUYLA YARATILAN ARAYIŞTAKİ MESAJCILIK

Oldum olası, sanat dalında eleştiriye soyunurken, her işin kendi bütünü içinde anlık değerlendirilmesinden ve tek başına ele alınmasından yana tavır takınmışımdır… Zira o yapıta emek verenin geçmişte sunduğu bir çalışma başarılı bulunurken, yenisinde aynı performans tutmayabilir… Nasıl ki, tam tersi de geçerliyse! Yanı sıra o an için ilk etapta özümsenemeyen ve vasat olarak değerlendirilen bir çalışma daha sonra çok başarılı görülebilir. Bir anlamda, doğrudan yanlışa, yanlıştan doğruya geçişe elverişli 4’üncü boyutun paradoksu yaşanabilir. Bu nedenle farklı ve başarılı filmlere imza atmış olan Christopher Nolan’ın üretkenliğini, geçmişinden bugüne ele alma gereksizliğiyle uğraşmak yerine, ‘Yıldızlararası’ filmine bir bütün olarak yaklaşacağım.

Herkesin ‘çiftçi’ olduğu dönemin belgesel nitelikli söylemiyle açılışını yapıp geçmişte yaşanan bir uçak kazasının kâbusuna giderek gelişen film, aslında sadece hayal dünyasına çalışan bir bilim kurgu olmanın ötesinde, tam da günümüz dünyasının tehlike sinyallerini ortaya koyan, sunumlarıyla da inandırıcılığını güçlendiren bir çalışma niteliğinde.
Kısa süre önce Arizona’yı kaplayan toz bulutu dehşeti hafızalardayken gelen ‘Yıldızlararası’, ABD’de yaşanan gerçeğiyle paralel bir ‘toz bulutu’ paniği üstüne konusunu geliştirirken, bilim kurgu yönünü, bilim insanlarının yaşanabilir dünya arayışından yaratmakta.
Aslında bu tür filmler bana hep bilimsel çalışmaların prototipi izlenimi vermiştir… İki yıl öncesinden aklımızda kalan, özel uçaklarla atmosferde toz bulutu yaratıp güneş ışınlarına karşı kalkan oluşturarak küresel ısınmaya çare aranması gerçeğini de hatırladığımızda daha güçlenen bu izlenimi, hiç ordunun olmadığı bir dünyanın çiftçilere duyduğu ihtiyaçla bütünleştirdiğimizde tablo iyice netleşiyor. Buğdayını, bamyasını küfe teslim edip mısırını da kaybetmeye yüz tutan ABD başta olmak üzere yerkürenin açlık ve kuraklık tehdidi altındaki geleceğiyle ilgili senaryo arayışlarını özümseyebilmek de daha bir kolaylaşıyor.

Bu doğrultudan çevreci yüzü öne çıkan ‘Yıldızlararası’nın doğa mesajcılığına baktığımızda… Gelişen sanayi, ekonomik rekabetçilik derken türlü girişimlerle atmosferini kirleten insanlığın, azotu ve dolayısıyla beslenmesi için gerekli tarım ürünlerini yok eden küfü kendi eliyle artırırken, yaşamsal değerdeki oksijen miktarını da azaltıp sonunu hazırladığı gerçeği üstüne yoğunlaşılmış.
İlaveten, uzaydan insanların üstüne ölüm kusma görevini yerine getiremeyeceği için resmen devreden kaldırılan NASA’yı gizlice çalıştıran ABD’nin hedefini bir bakıma açık eden ‘Yıldızlararası’, geçmişte kâşiflik-öncülük yapan bir devletin içine düştüğü koruyuculuk konumundan duyduğu memnuniyetsizliği hissetmek için de birebir! Bu bunalımlı yaklaşım, uzaya yollanacak gemiye ‘Lazarus’ isminin verilmesiyle netleştirilmiş.
Hz. İsa’nın ölümden dirilttiği ‘Lazarus’u insanlığın neslini sürdürmek için bir obje olarak seçen senaryonun bu noktada kendisiyle çeliştiği de düşünülebilir. Zira amacı dünyayı kurtarmak değil de buradan ayrılıp başka evrenlerde insan neslini yeniden var etmek olanların çabalarını izlerken, aynı zamanda henüz bizlerin geçiş yapamadığı beşinci boyutla zaman kavramı arasında yaratılan bağlar nedeniyle, bilimsel açıdan yokmuş gibi anlamlandırılabilecek Tanrı’nın varlığı ve dini inançlar üstüne düşünmek de mümkün.
Zaten tüm olasılıkların aynı zaman ve mekânda mevcudiyetini savunup zamanın anlık oluşundan yola çıkarken, İncil’deki ‘İsteyin verilecektir’ cümlesiyle paralellik arz eden 5’inci boyuta odaklanan ‘Yıldızlararası’nda ucu açık olan ve kesin bilimsellikle izah edilemeyen bir gücün varlığına işaret edildiği de ortada. Sorun, ‘Onlar’ın kim olduğu noktasında başlıyor ve bir anlamda cevap da veriliyor. Ancak ‘Onlar-Biz’ eşitlemesindeki cevabın, bilinmezliklerle ilgili tüm soruların bilimsel izahını yapmaya gücü yetmiyor ve nihai sonuca varılamıyor. Bir anlamda, yaşamla yok oluşu buluşturan ‘kara delik-dünya’ bütünleşmesi gibi! Her insan kendi yaşamının kara deliği olabilir mi acaba?
Sonuçta;Teknolojinin gelişimi sayesinde uzayda solucan delikleri yaratılıp çok daha hızlı biçimde yol alınacağına inanan Nathan Rosen ve Albert Einstein’ın bilimselliğinin, ruh ve zamanı bütünleştiren bilinmezliklere çare olup olamayacağı konusu orta yerde duruyorken yıllar sonra gerçekleşen Jules Verne’in Ay’a Yolculuk öyküsü gibi ‘Yıldızlararası’ da gelecekte yaşanacakların öngörüsü konumunda bir kurgu felsefesi şeklinde değerlendirilebilir…
20. yüzyılın fazla abartılı olduğunu düşünüp insanların Ay’a gitmediğine inanan ve ‘Apollo’ projelerini Sovyetler Birliği’ni çökertmek için yaratılmış gerçekdışı saçmalıklar olarak niteleyenlerin tozla kaplı dünyasından türeyen öyküsünü ‘uzay-dünya-insan’ üçgeniyle aktaran senaryo, ‘manyetik güç-yerçekimi-hayalet’ kavramlarıyla da betimlenemeyen güçlere köprü kurup zaman yolculuğu yaptırırken, ‘İnsanın hayaleti de, yaratıcısı da yine kendisidir’ der nitelikte!
Tabii filmdeki bu önemli detayları, kimi Amerikalı eleştirmenlerin finalle ilgili olumsuz yorumlarına takılı kalıp, bakış açısını kendini sürekli tekrarlayan döngüsel 3’üncü boyutun çok az esneyebilen kuralları çerçevesinde tutarcasına, algılamamak da mümkün… Veya başta da dediğimiz gibi filmler arası kıyasa girip, kara delik- solucan deliği gibi günümüz teknolojisinin erişilebilirliğinin dışında kalan konularla uğraşan senaryodan kesin ve net bir final bekleme mantıksızlığına kapılıp ‘Yıldızlararası’nı vasat bulmak da olası.
Doğası tahrip edilmiş, yağmurları ve oksijeni azalmış bir dünyada insanın, çocuklarına anı olmak için yaşadığı gerçeğini baba-kız ilişkisi üstüne yoğunlaşarak işleyen senaryonun ‘Mutlak dürüstlüğün, düzgün iletişim için doğru yol olmadığı’ saptaması doğrultusunda biz de, ‘Ne de olsa, herkesin anlayışı ve yorumu kendine’ diyerek sözü bağlayalım...
 
Anibal GÜLEROĞLU
www.sinematur.com