İnsanların tarih boyunca en çok mücadele ettiği şey nedir diye sorulsa, kuşkusuz çoğunluğun cevabı ‘özgürlük’ olur. Yönetim ve silah gücünü elinde bulunduranlar hırslarını tatmin için yok ediciliklerini sürdürürken gerek etnik, gerek dini, gerekse kişisel haklar konusunda özgürlük sağlayabilmek adına nice mücadele verilmiş tarih boyunca. İnsanlar, toplumlar her türlü dış etkiden bağımsız olarak kendi iradesine-düşüncesine göre karar vererek ve düşüncelerinde-davranışlarında baskılara, kısıtlamalara maruz kalmadan yaşayabilmenin peşinden koşup durmuşlar.

Muhakkak ki, bu özgürleşme yolunda olumlu örnekler kadar kara ideolojilerini özgürleştirip diktatörlüklerini kurmaya çalışanların, kendileri için tehlikeli-gereksiz gördükleri kesimi yok etmeye kalkışma eylemleri de yaşanmış-yaşanmakta yeryüzünde. Nitekim bu katliamcı özgürlük anlayışını vurgulamak adına ‘Tarih, katliam kulübesi gibidir’ demiş, Alman filozof Hegel… Öte yandan insanlık için özgürlük kavramı böylesine önemliyken, başkalarının özgürlüğünü-yaşam hakkını ortadan kaldıran katliamcı-soykırımcı gelişmelerin nasıl olup da sürekli yaşandığını anlama noktasında bir başka detay çıkıyor ortaya… Bazılarının olaylar karşısında gözlerini kaçırıp yok sayma korkaklığıyla, çıkarcılıkla veya sorgulamadan inanma akılsızlığıyla hareket ettikleri gerçeği! İşte böyle insanların varlığı sayesindedir ki, katliamcılık ve özgürlükleri yok edicilik destek görebiliyor yeryüzünde. Tıpkı Fransız filozof-yazar Voltaire’in ‘Sizi saçmalıklara inandırabilenler, size katliam yaptırabilirler’ sözündeki gibi!


Nasıl ki, siyasi destekle ve toplumsal övgülerle işbaşına gelmenin ardından ırkçı-katliamcı zihniyetini alenen göstermeye başlayıp faşist sapkınlığa dönüşen Hitler döneminin İkinci Dünya Savaşı’yla dünyaya yaşattığı sürecin temeli de bu sözün özüne dayanmakta!

Tarihin kara lekelerinden biri olan Hitler döneminde yaşanan kıyımcı faaliyetlerin kapsamı hayli geniş olduğundan kurgu dünyasında da farklı yorumlarla ele alınmış defalarca. Bazıları savaşta yaşananlarla Nazilerin yarattığı yıkımı resmederken, bazıları da o dönemin soykırımcı zihniyetini fonda tutup kişisel hikâyeleri ön plana çıkartmayı tercih etmiş… Ki bana göre ikincisi, savaşın katı ve net görüntülerine kıyasla daha fazla çok yönlü değerlendirme yapma fırsatı tanımakta. İşte Florian Henckel von Donnersmarck’ın imzasını taşıyan ve özgürlük için her şartta kişinin kendi doğasına güvenerek hareket etmesi gerektiğini başarılı biçimde anlatan ‘Asla Gözlerini Kaçırma/Never Look Away’ de bu doğrultuda beyazperdede yerini alan işlerden! Bu girişin ardından gelelim filmin içeriğine ve aktardığı mesajlara…


GERÇEK OLAN HERŞEY GÜZEL MİDİR?

‘Werk Ohne Autor’ orijinal adıyla Almanya’nın Yabancı Dilde En İyi Film Oscar adayı olan ‘Asla Gözlerini Kaçırma’, Hitler’in ve dolayısıyla Nazi Partisi’nin modern sanattan nefret etme gerçeğinden açılış yaparak öyküsünün hangi yoldan ilerleyeceğinin mesajını ilk sahneden veren bir iş olarak çıkıyor karşımıza. 188 dakikalık süresi boyunca da, halen hayatta olan ve soyut tablolarıyla hayli ilgi gören ressam Gerhard Richter’in yaşamından uyarlanan senaryo, sanatın ruhunu ilmek ilmek işliyor benliğimize.

Yıl 1937… Dresden’de, Alman kültürünü kirletme hedefi taşıdığı düşüncesiyle eleştirilen modern sanat eserleri üstünden propaganda yapmak isteye Hitler’in emriyle açılan ‘Dejenere Sanat Sergisi’… Tek taraflı eleştirisiyle sergilenen eserleri aşağılayan ve bir çocuğun dahi bunlardan çok daha iyisini yapabileceğini söyleyerek gerçeği yansıtmayan bu çalışmaların yozluğundan bahsedip bu tarz işlerin Almanların aylık ücretinden katbekat yüksek fiyatlarla alıcı bulmasını kınayan yandaş rehberin beyin yıkayıcı anlatımı… Ve sanata yönelik bu yanlı bakışın sertliği karşısında ürküp ileride ressam olmaması gerektiğini düşünen küçük çocukla sergilenen eserleri çok yaratıcı bulan teyzesinin özgürlükçü insan yansıması!


Nazi Almanya’sında insanın bir resmi hissettiği, içinden geldiği gibi kurallara bağlı olmadan özgürce yapmasının ‘yozlaşmış sanat’ olarak görüldüğünün az ve öz ifadesiyle ilk adımı atarak insanları düşünceye-yoruma iten özgür sanatın diktatörlerin korkusu arasında olduğunu vurgulayan senaryo, devamını da Nazi Partisi’ne katılmadığı için işinden-evinden olan öğretmen babanın altı yaşındaki oğlu Kurt’un eski evlerine duyduğu özlemi dillendirmesiyle ve teyzesinin ruhundaki özgürlük arayışıyla getiriyor.

Ardından ‘Gerçek olan her şey güzeldir’ sözüyle, ‘Asla gözlerini kaçırma’ öğüdünün buluştuğu yerde Kurt’un çıplak kadın çizimlerini gizleme kaygısını, çırılçıplak piyano çalarak eksik olan tınıyı arayan teyzenin müziği tüm dünyanın gücü olarak görme felsefesiyle kesişmesine tanık oluyoruz. Kalıpları yıkmayı normalleştiren ve bunu kısa çarpıcı sahnelerle işleyen film, bu noktada ruhlarını kurallarla kısıtlayanların özgür insanları nasıl bilinçsizce yok edebilecekleri gerçeğine götürüyor seyircisini.


Böylece bir yandan ‘Bu gariplikler nasıl insan ruhunu yüceltebilir’ alaycılığıyla modern sanata Hitler’in gözünden bakmayı seçen kör ve cahil fanatikliğe şahit oluyoruz… Bir yandan sıra dışı davranışlar sergileyerek özgürleşenlerin kolayca ‘şizofren’ olarak damgalanıp toplumun geri kalanı için tehlike olarak görülebileceğini izliyoruz… Bir yandan da Kurt karakteri üstünden, ‘Bulanıklaştırılmış Fotoğraf’ resimleriyle ünlenen Gerhard Richter’in çocukluğuna inmiş oluyoruz. Yanı sıra istenmeyen durumlar karşısında göz kaçırmamak, cesur davranabilmek gerektiği mesajını onaylarken, ‘Gerçek olan her şey güzel midir’ sorusu da takılıyor zihnimize.

İşte bu noktada Hitler paranoyasının sebep olduğu katliamların çirkinliği, dehşeti sarsıyor bizi! Masum insanların gaz odalarına doldurulup yaşamdan kopartılmaları gerçeğinde bir güzellik bulamıyoruz maalesef. Ari ırk saplantısıyla zihinsel körlüğe düşen Hitler tayfasının, sakat ve hasta vatandaşların yaşamını ‘dünya kaynaklarını israf eden varlıklar’ olarak görüp yok edilecek varlık saymaları gerçeğinde de herhangi bir güzellik yakalayamıyoruz. Dahası eğitimli kişiliğine rağmen sırf şahsi bekaları adına Hitler’in saçmalıklarına yandaş olanların kendi öz çocuklarına zara verebilecekleri gerçeğinde de çirkinlikten ve vahşetten başka bir şey bulamıyoruz. Bu da demek oluyor ki, gerçek olan her şey güzel değildir!


Bu hakikat ışığında filme bakışımızı sürdürecek olursak… ‘Asla Gözlerini Kaçırma’ nasihatini, şizofren olarak yaftalanıp sözde rehabilitasyon için sanatoryuma götürülen teyzenin üzücü durumuna karşı çaresiz kalan küçük çocuğun parmakları arasından belirginleştiren senaryo, 1940 yılına, Berlin’e uzanıyor. Böylece insanları iyi etme yeminiyle yola çıkan doktorların Hitler sapkınlığına ayak uydurmasına dönüyor kamera. Yahudi soykırımı öncesi hasta Alman vatandaşlarına yönelen Nazi vahşeti, soy ıslahı bahanesiyle gerçekleştirilen ‘mecburi kısırlaştırma’ programıyla resmediliyor. Bu programa karşı çıkanların, özgür ruhlarından-güçlü kişiliklerinden dolayı rejime tehdit görülenlerin ve doğuştan sakat olanların kırmızı kalemle ölümüne işaretlendiği hastane düzenindeki çirkin gerçekliği, mecburen Nazi Partisi’ne üye olan ve inanmadıkları halde ‘Heil Hitler’ selamını ağızlarının içinde gevelemek durumunda kalan vatandaşların ideolojik baskıyla zorlaşan hayatlarına bağlayan akış, dikta düzeninde insan hayatının ne denli önemsiz olduğu hakikatini bir kez daha koyuyor ortaya.


İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı yüzünü arka plan resmi gibi veren filmin devamındaysa hem ideolojik hem de sanatsal dönüşümler sunuluyor bize. Ari ırk takıntılı Nazi faşizminden, fikirleri yok edilmesi gereken güçlü silah olarak gören Rus sosyalizmine ve dahi komünizmine geçiş yapan Almanların söylemlerini ve yaşam tarzlarını nasıl değiştirdiklerine tanık oluyoruz. Dahası bazı kötülerin her dönemde dört ayak üstüne düşebileceğini de gözlemliyoruz film boyunca. Kuşkusuz bu süreçte Kurt karakterinin sanatsal özgürleşmesi odak noktada yer almakta. Özellikle Hitler döneminde ‘yozlaşmış sanat’ olarak görülen alana yönelmesinin ardından gelen sanatsal yansımalar bu açıdan kayda değer sahneler. Kaderin ağlarını ördüğü noktadaysa, üniversitede tanışan Kurt ve Ellie’nin aşkı çıkıyor sahneye. Ari ırk hezeyanındaki babaya ders niteliğinde yaşanan aşk olgusunu da, tıpkı ideolojik yönde olduğu gibi, sanatın ısmarlama ve yaratıcı ikileminde sürdüren yapımdaki en önemli mesaja gelince… Kişinin hayatın püf noktasının ‘fark yaratabilmek’ olduğu gerçeğine ulaşıp bunun, benliğin ve özgürlüğün keşfedilişindeki önemin görebilmesi!


SONUÇTA;
‘Büyük ve basit bir yalan söyle, defalarca tekrarla, sonunda inandıklarını göreceksin’ mantığıyla hareket eden Hitler’in halkın sempatisini kazanma kurnazlığıyla faşist rejiminin yıkıcılığını adım adım ilerletmesinden, komünist Rusya boyunduruğuna geçen Doğu Almanya’yı Batı’nın özgürlüğünden kopartan Berlin Duvarı’nın inşasına kadar olan süreçte sanatı, savaş yorgunu insan manzaralarıyla buluşturan gerçeğe dayalı etkili bir yaşam hikâyesi, ‘Asla Gözlerini Kaçırma’!

 

Nazilerin soykırım suçunun mikro seviyede verilmekle birlikte makro etki yarattığı… Bir sanatçının var olabilmesi için ruhunun özgürlüğe ulaşabilmesi gerektiği gerçeğinin bilinçli aşamalarla anlatıldığı… Ve gerçek olan her şeyin güzel olamayacağının net biçimde düşündürüldüğü… Buna karşılık güzelliklerden gerçeklik çıkartmanın insanın benliğine kalmış bir şey olduğunun hissettirildiği ‘Asla Gözlerini Kaçırma’ filmi için söylenecek sözler bu kadarla sınırlı kalamaz kuşkusuz. Ancak biz uzun süresine rağmen sıkılmadan izlenebilecek nitelikteki yapımın kalanını sizin özgür takdirinize bırakıp koyalım noktamızı.

Özgürlük için asla gözlerimizi kaçırmadan yaşamak temennisiyle…

Anibal GÜLEROĞLU
www.twitter.com/guleranibal