Kurgular ve gerçekler… Aralarındaki bağı kim yadırgayabilir ki? İnsanların düşlerini, gelecekle ilgili planlarını, duygularını anlatmak; dünyanın gerçeklerini ortaya koymak için kullandıkları en iyi araç değil midir kurgular? Nitekim filozof ve eleştirmen
Slavoj Zizek de Bugünün dünyasını anlamak için sinemaya ihtiyacımız var; yüz yüze gelmeye cesaret edemediğimiz ne varsa, anlamak için sinemaya bakmalıyız’ sözüyle bu hakikati vurgulayanlardan.

Bu doğrultuda kurguları-sinemayı değerlendirdiğimizde… Kameranın gözünden gerçeğe bakmamızı, olanları ve dahi olabilecekleri sorgulamamızı sağlayan; barındırdıkları mesajlarla düşüncelerimize yeni pencereler açan kurguları ayrı bir yere koymak kaçınılmaz olmakta. Zira bu tarz kurgular içeriklerindeki vurgulayıcı detaylarla kurgusal sıradanlığı aşıp algılara oynama özelliğinde!

Hal böyleyken kurgusuyla basit bir hikâye anlatmanın ötesine geçip seyircisini gerçeğe baktıracak karakter ve gelişimler sunan pek çok yapımdan söz edebiliriz. Özellikle geleceğin dünyasına ve insanların evrendeki varlığına dair prototipler sunma niteliğini taşıyan bilim kurgu tarzı içerikler, distopik seriler gerçeğe bakış adına ‘önemli mesajcı’ konumundalar. Misal ‘Dune: Çöl Gezegeni’… Nasıl ki, halihazırda vizyonda olan ‘The Matrix Resurrections’ filmini de bu açıdan ele alınması gerekenlerden şeklimde değerlendirebiliriz.


Fransız filozof Jean Baudrillard’ın çalışmalarından ilhamla, Lana ve Lilly Wachowski kardeşler tarafından yaratılan ‘The Matrix’, internetin toplumla yaygın biçimde buluşmaya başladığı 1999’da hayatımıza girdiğinde gerçek dünya ile sanal rüyanın karşı karşıya geldiği bir tablo yaratıp insanların bir simülasyonun içine hapsolduğu mantığından yola çıkmış… Gerçek ve doğal bir dünyaya dair umut aşılama hedefini koymuştu ortaya. Bunu da ‘mavi hap-kırmızı hap’ tercihiyle işlemişti zihinlere. Senaryonun mantığı mavi hapı seçince insanlığı köleleştiren kapitalizmin hüküm sürdüğü, özünde sahte olan gerçeklikte yaşama tercihi yapılmasına karşın kırmızı hap, makinelerin kontrolündeki bir dünyanın gerçekliğe uyandırıyordu insanları. Bu tercih ikileminin baş kahramanı Neo da insanları kurtarmaya gelen kişiydi kuşkusuz.

Meraklı bir bilgisayar korsanıyken ona mavi hapla kırmızı hapı uzatıp seçim yapmasını isteyen Morpheus ise sanal rüyayı yok etmeye çalışan ve bunun ancak Neo ile mümkün olacağını düşünen kişiydi.

Velhasıl; Zihnimiz için bir hapishane olup makinelere güç sağlamak için kurulan ‘Matrix’ten kaçma sürecinde aksiyonunu özel efektlerle süsleyerek çekici hale getiren… Özgürlükle tutsaklık kavramlarını çatıştırırken ‘Özgürlük uğruna eldeki kazanımları kaybetmeye değer mi’ mantığının ikilemini de yaratan ‘The Matrix’, kurgusal bir dünyada gerçekliği sorgulatmıştı bizlere. Peki ya serinin dördüncü filmi olup sinemaların yanı sıra HBO Max’te de gösterime giren ‘Matrix Resurrections’ gerçekliğe dair hangi saptamaları yapıp neler sunuyor bize? Bakalım.

 
MATRIX’İN DİRİLİŞİ NELER SUNUYOR?

İnsanların giderek daha çok teknolojik gelişimlerin ve sanal dünyanın esiri olduğu günümüzde çıkagelen ‘Matrix Resurrections’ yani ‘‘Matrix’in Dirilişi’’nin neler sunduğuna bakarken öncelikle ‘The Matrix’in başarı yolundaki son durak olan yapımın içeriğe kısaca göz atmakta fayda var.
Özünde hiçbir yenilik sunamayan film, makinelerle insanların barış yaptığı zamanda Matrix anlayışına farklı bir algı getirerek yaratıyor içeriğini.

Şöyle ki; Gerçek dünyada bir şehir daha kurulduğunu ve burada makinelerle insanların daha iyi bir dünya yaratma amacıyla birlikte çalıştığını yansıtan senaryo, Neo ve Trinity’yi de bu makinelerin güçlü teknolojisi sayesinde yeniden hayata döndürüyor. Böylece çok da derin olmayan bir sebeple uyandırılan Neo’nun Matrix gerçekliği de ilk darbeyi alıyor.

Peki, ölümden döndürülme gerekçesi dişin kovuğuna gitmeyen Neo’nun filmdeki vasfı ne? Sadece rüya olmayan hayaller gören ve kung fu yapmayı unutmamış olan Neo’yu sıradan kişiliği Thomas Anderson’a dönüştürerek karşımıza çıkartan film, onu sudan çıkmış balık kıvamına sokarken hayatının en önemli seçimini yapma noktasında ‘inanç-güven’ olgularıyla sınıyor adeta.


Öte yandan gerçekliğin içinde yaşarken sanal gerçekliğin daha doğrusu asıl gerçekliğin kapısını aralayarak macerasını yeniden başlatan Neo, bu süreçte oldukça ünlenen ‘Matrix’ oyununun ve programının dünyasına tekrar dalma tedirginliği yaşarken Trinity ile arasındaki aşk da yeniden yeşeriyor. Böylece ilk filime bolca gönderme yapmayı ihmal etmeyerek bir anlamda nostaljiden puan toplama akılcılığına girişen filmin akışında aksiyona olduğu kadar aşka da ağırlık vereceği gerçeği kendini hissettiriyor. Neo’yu Matrix’in yaratıcısı olarak gösteren yapımda aşkın yanı sıra fedakârlık ve inanç kavramlarıyla dünyayı değiştirme direnişçiliğinin yarattığı tutku da yine mevcut tabii.

Matrix’in dirilişinin mesajcı mantığına gelince…


Öncelikle ‘mavi hap-kırmızı hap’ seçkisinden gelişen sorgunun insanlığın geleceği için ne denli önemli olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlatıyor bizlere. Daha net ifadeyle kırmızı hap insanlığı dehşet verici bir gerçekliğe mi sürüklüyor yoksa yapay dünyaya kapı açan mavi hapın sunduğu sanrıdan mı kurtarıyor? Kafası karışık Neo bu sorunun cevabını bulabilir mi dersiniz…

İşte bu noktada Neo’nun bize neyin gerçek olduğunu gösterme vaktinin geldiği felsefesiyle yol alan senaryonun söylemi gün yüzüne çıkıyor. ‘Göremiyoruz ama hepimiz tuhaf ve tekrarlanan bir döngünün içindeyiz’ diyerek milyarlarca insanın birer makine gibi hayatlarını farkında olmadan duygusuzca yaşadıkları gerçeğine işaret ediyor. Artık ister aklınızı özgür bırakın, isterseniz sistemde kaybolup gidin. Hangi hapı seçerseniz seçin, seçim sizin diyorum.

Bunun dışında insanların iyi bir algı operasyonuyla istenilen şekilde eğitilebileceğine ve başkalarının arzu ettiği gerçekliklere inanır hale getirilebileceğine dair mesajcılığı layıkıyla yapan filmde başkalarının yarattığı dünyayı hak ettiğine inandırılan kişinin bir parçasının bunun yalan olduğunu bildiği ama düzenini bozmamak için kendisini bu yalandan kurtarmaya çekindiği de vurgulanmış ayrıca... Ki, örnekleri zaten içinde yaşadığımız dünyada mevcut bolca.

 

SONUÇTA;
Görülen rüyanın bir noktada bittiğini… Gerçeğe ulaşmak için inançla savaşmak gerektiğini fısıldayan ‘Matrix Resurrections’, her ne kadar aşka yoğunlaşmış görünse de tıpkı en başta olduğu gibi temelde gerçekliği sorgulayan kendine has bir yapım.

Dolayısıyla eksiğini-gediğini eleştirsek de… Neo’nun dönüşünü gereksiz de bulsak… Sanal kimliklerle gerçek kimliklerin daha çok iç içe geçtiği günümüz teknoloji dünyasından kurgulara yol yapıp makinelere uyarıda bulunan ‘Matrix’in kehanetlerini ve dahi evrenin-dünyamızın aslında büyük bir güç tarafından yönetilen simülasyon olduğu tezini bir kez daha akıllara düşürdüğü gerçeğini inkâr edemeyiz.

Son söz Polonyalı senarist-yönetmen Krzysztof Kieślowski’den gelsin… ‘Sinema hiçbir şeyi değiştirmez; ama insanların birçok şeyi anlamalarını sağlar. Dünyayı değiştirecek olan şey filmler değil, o filmleri izleyen insanlardır’.
 
Anibal GÜLEROĞLU
www.twitter.com/guleranibal