Dünyadaki tüm canlıların temelinin vahşi yaşamdan geldiği gerçeğinde, her canlı atalarının izlerini taşır benliğinin derinliklerinde. Ortama uyum sağlama süreci ya da modernleşme-evcilleşme adına yaratılan baskıcılık neticesinde gelişen dönüşümlerle bu izler ötelenmiş olsa bile, gerekli koşullar oluştuğunda rahatlıkla çıkabilir ortaya. Hayvanların yanı sıra insanlar için de geçerli bir gerçek bu. Kentleşme ve teknolojik gelişimle vahşi doğadan kopan insan neslinin, sınırlamalardan bezdiğinde içindeki vahşiyi ortaya dökmesi işten bile değil. Bireysel kavgalarda-kitlesel savaşlarda bu hakikat çeşitli şekilde örneklenmekte zaten. Nasıl ki, Kızıl Ordu otoritesine karşı çıkan Ukraynalı devrimci Nestor Mahno da ‘İnsan doğası anarşisttir. Kendisini sınırlayan her şeye karşı koyar’ sözüyle doğamızdaki vahşi yöne dikkat çekmiş.

Hal böyleyken kurguların da canlıların içindeki vahşi yaşam sesini dikkate almaması büyük hata olurdu. Nitekim geçmişten günümüze farklı temalarda kullanılmış, insan doğasındaki anarşi yönelimi ve vahşi yaşamın derinlerden açığa çıkmak için fırsat kollayan ses.

Yazdığı eserlerle günümüzde de beğeniyle okunan, lakin yaşarken bolca intihal suçlamasıyla karşı karşıya kalan Jack London da bu sesi, kendi doğa deneyimlerine ve kurgusal yeteneğine göre değerlendirenlerden olmuş. Pek çok öyküsünde vahşi yaşamın çekiciliğiyle insan ve hayvan duygusallığını iç içe geçiren London, farklı yapıtlarını özünde aynı temele oturtmuş. Nasıl ki, Egerton R. Young’ın 1902 tarihli ‘My Dogs in the Northland’ kitabını kaynak alarak yazdığı, içimizdeki vahşi yaşamın sesini aktarmaya çalışan ‘The Call of the Wild’ da bunlardan biri. İlham alındığı ‘My Dogs in the Northland’ isimli eseri gölgede bırakıp parlayan ve defalarca sinemaya uyarlanan roman şimdi yine beyazperdede.


EVCİLLİKTEN VAHŞİLİĞE GEÇİŞİN ÖYKÜSÜ

Kitabı Türkçeleştirirken düşülen tercüme hatasını filmlerde de devam ettiren sinema sektörümüzün ‘Vahşetin Çağrısı’ şeklinde adlandırdığı ‘The Call of the Wild’ filminin kritiğine geçmeden önce Jack London’ın eserinden sinemaya, kısa bir değerlendirmede bulunursak…

1906 tarihli ‘Beyaz Diş’ ile vahşi yaşamdan evcilliğe dönme olayına değinerek bir bakıma ‘The Call of the Wild’ın devamını getiren Jack London ve o dönemin yazarlarının ortak noktasını irdelediğimizde karşımıza çıkan ilk detay, insani hırslar ve vahşi doğanın zorlu koşulları olmakta. Kuşkusuz yazarları aynı unsurlara yönelten şey içinde bulundukları yaşam ortamının ve çağın gerçekleri. Kanada-Yukon bölgesinde başlayan altına hücum modasını, insanlara yoldaşlık eden hayvanları veya yerlileri konu alan öykülerin bolluğu da bunun sonucu.

Nitekim Jack London da altın aramak için gittiği Klondayk’ın vahşi ve zorlu yaşam koşullarına karşı verdiği mücadeleyi 1902’deki ‘Ateş Yakmak’ isimli kitabıyla aktarmanın ardından, 1903’te ‘The Call of the Wild’ı yayınlamış. Bu öyküde, altın sevdasının ötesinde, gerçek yaşamdan gelen izler neler derseniz… Buck adındaki St.Bernard-çoban köpeği kırması bir köpek üzerine kurgulanan eserin açılış sahnesinde gerçekten var olan Bond çiftliğinin bir tarifini yapan London, köpek Buck’ı da Dawson’da ev sahipleri tarafından ödünç verilen bir köpeğe dayandırmış. Egerton R. Young’ın ‘My Dogs in the Northland’ kitabından alıntılar yapıp kendi hayal gücünü de bunlara katınca ‘The Call of the Wild’ çıkıvermiş ortaya.


Olayın roman cephesinde durum özetle böyle. Esere gösterilen ilginin devamı sinemada nasıl gelmiş peki? İntihal iddialarına aldırmadan sürdürülen bu ilginin devamı, çeşitli tarihlerde çekilen filmler olmuş. 1935’te Clark Gable’nin başrolünde beyazperdede yer alan yapım, ülkemizde ‘Altına Hücum’ adıyla seyirciyle buluşmuş. Ardından, 1976 yılında bir kez daha sinemaya uyarlanmış Klondayk bölgesinin altın cazibesi ve bu cazibenin getirdiği ticari çıkarcılık neticesi yuvasından kopartılan köpek Buck’ın hikâyesi. Sonra Alman sineması girmiş devreye ve yeni uyarlama, 1997’de ‘The Call of the Wild: Dog of the Yukon’ adıyla boy göstermiş sinemalarda. Ancak bu kadarla bitmemiş vahşi yaşamın çağrısını anlatma hevesi.
2009 yılına gelindiğinde Jack London’ın romanını modern bir dille anlatma denemesi gerçekleştirilmiş. 3D çekilen film, bir büyükbabanın bulduğu köpeği sahiplenme arzusundaki torununu ikna etme sürecine malzeme yapmış, Jack London’ın romanını ve vahşi yaşamın çağrısından kaçılamayacağını. Bu filmden yıllar sonra şimdi bir kez daha ‘The Call of the Wild’ macerası sergilenmekte beyazperdede. Performansı nasıl diye soracak olursanız…


Kuzey kutbunda arama yapanların altın bulduğu haberinin gazetelerde çıkmasının ardından başlayan altına hücumu dillendirerek açılışını yapan film, dış ses eşliğinde altın arayıcıları için en gerekli şeylerden birinin köpekler olduğu vurgusuyla Buck’ın hikâyesini sokuyor devreye. Böylece ihtişamlı yaşamdan kopuş başlarken evcillikten vahşiliğe geçiş süreci de işliyor.

Dawson City’nin kralı sayılan Buck’ın, yargıcın köpeği olma ayrıcalığını alabildiğine şımarıklık yaparak sürdürmesini oldukça renkli bir tabloyla vererek başlayan hikâyenin kırılma noktası, köpek başına 10 bin Dolar verileceği haberinin yayılması oluyor. Haberi duyduğu andan etrafta olanca haşmetiyle koşturan devasa Buck’ı gözüne kestiren hırsız, Yargıç Miller’ın özel gününü mahvedip ev dışında kalma cezası alan köpeği çalarak onun kaderini değiştiriyor.


Böylece talimattan ziyade içgüdüleriyle davranmayı seçen Buck’ı açgözlülüğünden faydalanarak kolayca çalmayı başaran hırsızın çizdiği kader yolunda, işlerin yargıcın evindekinden çok farklı olduğu gerçeği adım adım giriyor devreye. ‘Sopa-diş’ denkleminden kendi hayrına iyilik gelmeyeceğini ilk isyanında acı biçimde öğrenen Buck, böylece hiç bilmediği yaşam ortamında bir yandan hayatın olumsuzluklarıyla yüzleşiyor, bir yandan da içindeki vahşi tarafı fark ediyor. Kızak köpeği olup bir sürünün parçasına dönüştükten sonra liderlik bilinci de edinen Buck, evlat acısı yaşayan John’a yoldaşlık etmeye başladığı andan itibaren evcilliğin yarattığı sevecenlikle, vahşi yaşamın çağrısı arasında gidip geliyor ve nihayetinde özünü buluyor.

Ana karakteri, bilgisayarla desteklenerek yaratılıp daha etkili bir görselliğe sahip kılınan, köpek Buck olan ‘The Call of the Wild’ filminin içeriğini kısaca özetlemenin ardından buradan hangi mesajları çıkartabileceğimiz konusuna gelecek olursak…


Öncelikle ‘The Call of the Wild’, baştan itibaren altını çizdiğimiz bir gerçeği yani her canlının içinde atalarından kalma bir vahşilik taşıdığını ve şartlar uygun olduğunda vahşi yaşamın gerekleriyle bütünleşebileceğini aktarıyor bize. Bunu da tavşan kovalamaktan keyif alan, mutfağa dalıp ortalığı talan etmekten çekinmeyen, ev halkının yataklarına gülle gibi düşmeyi oyun belleyen iri kıyım köpek Buck’ın rehavet dolu evcillikten, zorlu şartların ve acımasızlığın hüküm sürdüğü vahşiliğe geçiş süreciyle yapıyor.

Hayvan karakterlerini, teknoloji eliyle insani mimiklerle ve tepkilerle donatarak sunmayı benimseyip orijinale farklı bir katkıda bulunan 2019 uyarlamasından çıkartılacak bir diğer mesaj, hayatın sürprizlerle dolu olduğu ve kötülüğün her an tepemize çökebileceği gerçeği! Bu noktada şımarıklığının zararını gören ve bir parça ete tav olup rahat yaşamını kaybeden Buck üstünden, tanımadıklarımıza güvenmemek gerektiği mesajını veren yapım, hayatın olumsuzluklarını bilmeden yetişmenin yanlışlığını da saptamış oluyor. Anlayacağınız Buck’ın başına gelenleri örnek alıp çocuklara iyilik kadar kötülüğü de öğretmek, onları sırça köşklerde el bebek yetiştirmemek gerek diyebiliriz. Tabii şımarmanın hayır getirmediğini de!


Filmden çıkartılacak bir başka önemli mesaj, kötü ve zorba liderlere karşı sinip susmak yerine iyinin-doğrunun yanında yer alarak destek vermek ve birlik olup baş kaldırmak gerektiği… Ki, bu noktada da sürüdeki köpeklerin davranışı dikkate değer. Ayrıca buradan ‘Gerçekten hak edenin lider olması gerektiği’ mesajına da varabiliyoruz.

Sadece hayvanların değil insan ruhunun derinliklerinde yatan vahşiliği, altın bulma hırsıyla resmeden filmin mesajları arasında, insanın yaşam boyu beslenmesine yetecek maddi varlıktan fazlasına göz dikmesinin yanlışlığı da bulunmakta. Bu gerçeği de Harrison Ford tarafından canlandırılan John karakteri dillendirmekte. İlaveten geçmişte oldukça önemli bir yer tutan posta taşımacılığı da var mesaj kanadında. Telgraf gelince, heyecanla beklenen ve mektuptan ziyade insan yaşamlarını taşıyan, postacılığın önemsizleştiğini saptayan yapım, teknolojinin insani duyguları ve güzellikleri nasıl yok ettiğini hatırlatıyor bize.


SONUÇTA;
Goethe’nin ‘Dağlarda hayat, düzlüktekinden daha insancıldır. Halk birbirine daha yakındır, istenirse de daha uzak, ihtiyaçlar da daha az ama daha zorunlu’ sözüyle paralel bir gelişim yansıtan… Ve gerçek dostluğun-sevginin, sahiplenmekten ziyade yoldaşlıkla yaşanacağının altını çizip birine karşı aşırı hoşgörülü ya da korumacı davranmanın yanlışlığını saptayan ‘The Call of The Wild’ filmi, vahşi yaşamdaki ayak izleri aynı olanların zaman içinde uysallaşsalar bile içlerinde hep bir yırtıcılık ve zincirleri kıracak özgürlük özlemi taşıdıklarını anlatmakta seyircisine.
Tüm yükü sırtlayan Buck hatırına izlemeye değer bir film diyerek koyalım noktayı.

Anibal GÜLEROĞLU
www.twitter.com/guleranibal