Üç Fidan’a ithaf edilmiştir…

Yıllar önce çiçeklerimiz; Çanakkale’ye, Sakarya’ya, Kocatepe’ye, ekilirken; yağmurlarımız ve içimizdeki fırtınalar dinmek bilmeyecekti… Sonrasında; araçlarımız, evlerimiz bombalanırken, kıyafetlerimize göre sağcı-solcu olduğumuz anlaşılacak, vurulacak, dövülecektik…
Kimi tedirgin uykusuz geceler geçirecek, kimi âlemlerde sabahlayacak. Gün ağarırken herkes farklı aydınlanacaktı… Kimi; yaralanacak-berelenecek, toprağa ekilecek, urgana çekilecek, karanlığa gömülecek, kimi oturduğu yerden yurtsever olacaktı… Kimi bebeklere silah sesleri ninni olurken, kimi bebekler kurşuna hedef olurken, kimileri belik bebek doğuştan şanslı olacaktı… Birçoğumuz; dışarıda olan yakınları için dualar edecek, eve sağ salim ulaşanlarımız şükürle karşılanacaktı… Karanlık yağmurlar gizli gizli yağarken; fidanlarımız gün ağarırken kırılacaktı…
Aydınlıkları karanlığa mahkûm eden, elindeki kan lekelerini, nü resimlere döken antikalar türeyecekti… Otuz beş kez ateşe ekilecekti gerçek sanatçılarımız.. Fitilleri Sivas’ta ateşleyen nemrutlar sonrasında meclise girecek, yüreklerimizden fışkıran yangınlar bin misli alev alacaktı…
Masum bebekler ekilirken, melekler utanacak, boyun bükeceklerdi… Aydınlar bombalarla parçalanırken, failler kaybolacaktı… Yağmurlarımız; Maraş’a Sivas’a, Ankara’ya, Güneydoğu’ya yağacaktı…
Çiçekler; ocu şucu bucu değil, hepsi birer ana babadan doğmuş, hepsi çocuk olmuş, hepsi bu coğrafyada insan... Çiçekler; aydınlık saçan yazarlardı… Onlar ekilirken, bizim kan kırmızı yağmurlarımız dinmeyecekti… “Niçin?” diye sorgularken, zorlanacaktık… Bir insan tek başınayken akıllı olabiliyor da, niye topluluk haline gelince zıvanadan çıkıyordu, niye aklı başından gidiyordu? Düşünürken yağdıracaktık kırmızı kırmızı yağmurları… Dinmeyen yağmurlar bizi geçmişe götürecek, bizden sıyrılıp ben olacaktık şimdi…
Gözümün önünde vurulmuştu bir genç. Öğretmenimin kulağı kesilmişti, kanlar içinde siyah bir arabayla okulumun önüne bırakılmıştı. Vurulma, öldürülme kaygısı içinde yaşıyordum. Hep korkuyordum. Gençtim, çocuktum. Okuduğu kitap yüzünden hapse giren tanıdıklarım, karakollarda sabahlayan arkadaşlarım vardı. Sık sık arama yapılır, kitaplar, kasetler elden ele kaçırılır, ya sobada yakılır, ya toprağa gömülürdü. Çocuktum, anlamaya çalışsam da anlayamıyordum. O zaman da; düşünürler, aydınlar yazıp çiziyor; gizli gizli toplantılar yapıyor, zavallı biçareleri aydınlatmaya çalışıyorlardı. Şimdi de… O zaman da biçareler kalabalıktı... Biçareler yığın yığındı... Her gün helalleşerek işe giden, korkuyla eve dönen babalarımız, acı haberlerle yüreği ağzına gelen annelerimiz vardı… Şimdi de…
Çocuktuk, yarınlar olacak dün ve bugün yaşananları yarınlara anlatabilecektik...Nice aydın gelip geçmiş, sönüp kül olmuş, karanlığa gömülmüştü.. Zor günlerimizin aceleyle urgana gömdüğü ve yarından hep umutlu olan fidanlar, geçmişi de geleceği de alıp gitmişlerdi sanki… Hani Nisan yağmurları, Mayıs çiçeklerini getirirdi? Geleceğin taze fidanları toprağa ekilirken, yağmurlarım yağıyor ve çiçeklerim açamıyor! Atalarımız böyle söylememiş miydi? Peki, ne oldu?
Benden bize geçiyorum ve soruyorum yine… Söyleyin “Biz nerede yarım kaldık?” Diğer yarımız toprağa ekilirken, biz nasıl tam olabiliriz ki?

Seray DEREN – Hür Kalem