Çocukluğumdan beri beni ona benzetirler. Duruşum, karakterim, oturuşum, kalkışım, her şeyimle halama benzermişim ben. Annem de babam da hep öyle söylerdi.
Küçüktüm, ailece bizimkiler İstanbul’a düğüne gitmişlerdi, nasıl düğünse 45 gün orada kalmışlardı!

İlkokul 1. Sınıftaydım. Halama bırakmışlardı beni. Sanki halamın başında onca çocuk, kayın baba, kayınpeder yetmiyormuş gibi bir de beni bırakmışlardı… Hiç kaş çatmaz, aile büyüklerine de küçüklerine de canla başla bakar halam…

Halamın kendine benzeyen yeğeni ben… O yıllarda farkında değilsem de, o kalış aklımdan çıkmaz. Öylesine el bebek gül bebek ilgilenmişti ki benimle… Deyim yerindeyse halamın büyük kızı şahinde abla kıskanmış, kendisine takılan lakabı “tepegöz” bana söyler olmuştu…
Sonraki yıllarda ne zaman doğum günüm olsa, halam hep hatırlar, bir şekilde doğum günümün kutlanmasını sağlardı. Hiç unutmam bir keresinde pasta bulamamıştık,  kaymaklı bisküvi ve çay ile kutlamıştık. Hep birlikte halaya durmuştuk. Halay başında eniştem… Yanında halam. Annem ve babam… sonra biz çocuklar… Dışarıda kar yağıyor. Eniştemin her kış milli bir gelenek haline getirdiği o halay ve “Kar yağar bardan bardan…yollar kapandı kardan… “ diye devam eden o güzel türküyü hep bir ağızdan söylerdik…

Mutluyduk biz. Büyüklerimiz mutlu, biz ise daha mutluyduk… Halam çocukları yollardı, kar yağıyor hadi çıkın yokuşun başına… Naylon leğenler elimizde harala gürele tırmanırdık yokuşu, kazasız belasız kayardık…  Üşümüş halde eve gelir, sobanın üzerinde kaynayan çaydan birer bardak doldurur geçer otururduk her birimiz kendi köşemize…

Yazları ayrı şenlikti halamın bahçesi. İğde ağacına illa ki salıncak kurardı eniştem. Araba lastiğinden sapasağlam bir salıncak.  Bahçeye kurulmuş ayrı bir mutfak.  Elmalar, kayısılar, armutlar, üzümler tadından geçilmez.  Ye yiyebildiğin kadar.  Şehir gürültüsünden uzak, şehrin tam ortasında bir saray gibiydi halamın evi.  Gelen giden bitmez… Her şey ulu orta konuşulur, gizli saklı olmaz. Tertemiz, saf ve bir o kadar da paylaşımcıydı halam… Dedikodu olmazdı, fikirler konuşulurdu. Beğenen de beğenmeyen de fikrini açık açık söyler. Sıkı tartışmalar olur, ama kimse kimseye küsmez…


Hafta sonları illa ki pikniğe gidilirdi Aydıncık köyüne, iki araba yola düşerdik…  Bilemezdik o yılların öyle çabuk tükeneceğini… Halam yaşıtları içinde dönemin aydın kadınlarından. Sıkı bir Atatürk kızı. Yetiştirdiği evlatları da tıpkı onun gibi bugün.  O benim için haladan ziyade anne gibiydi. 1938 yılında doğmuş, 16 yaşında evlenmiş, 8 çocuk annesi. Evlat acısı yaşadı… gencecik oğlu Mehmet ağabeyim, akciğer kanserine yenik düştüğünde,  öyle metin durdu ki, kendi hastalığı ile mücadele ederken de öyle metin duruyordu… Hiçbir zaman hastalığı kondurmadı kendine…Her zaman başkalarının mutluluğunu daha ön planda tuttu,   diğer çocuklarını üzmek istemeden yaşadı 78 yaşına kadar… Giderken; bizi derin bir üzüntüye boğarak gitti.

Acı haberi alınca hemen koştum gittim. O boşluk dolmayacak biliyorum. 15 gün kaldım halamın evinde. O şen bahçe artık öyle şen değil. Kuzenler; yerini aratmıyor hepsi çok üzgün.  Birbirini üzmemek için hep bir aradayken ağlamıyorlar,  teker teker, ara sıra içeri girip çıkıyorlar… Anlıyoruz ki, içeride anneleri için ağlayıp tek başına o acıyı yaşayıp, öyle çıkıyorlar dışarı… Gözümden kaçmadı… Öyle fedakarca, öyle iyi baktılar ki  annelerine…  Biri evini terk etti, aylarca hastanede kaldı, diğeri işini terk etti aylarca refakat etti… Biri koordinasyonu sağladı, biri para kısmını… Biri diğerinin çocuğuna bakarken, diğeri aileyi toparlamaya çalışıyordu…. Şahinde, Cemal, Süreyya, Sultan, Nilüfer, Şenay, Ferah…. Acınızı en içten paylaşıyorum, emekleriniz önünde saygı ile eğiliyorum… Hepiniz halama çok iyi baktınız hepiniz var olun… Sizin gibi evlatlar dostlar başına…  Yaşayan tüm canlılar bir gün ölecek…  Yaşamın kuralı bu. Zengin fakir, güzel çirkin, iyi kötü… Hepsi ama hepsi bir gün ölüyor…  bunu biliyoruz da, burada aklıma takılanları da yazmak ve biraz sormak, biraz mesaj vermek istiyorum;


Öyle büyük bir çevre yapmış ki, günlerce dolup dolup taştı o bahçe… Gelen gitmek istemiyor gibiydi. Aile yorgun… Evet acılar paylaşılarak azalıyor, gelen giden, arayan soran herkes sağ olsun… Fakat; gelip de 6-7 saat oturanlar vardı… Bahçenin güzelliğine cazibesine kapılıp, oturup kalkmak istemeyenler vardı… Sevgili okurlar; siz siz olun, acı paylaşmak için gittiğiniz evler kalabalıksa bu kadar oturmayın. Acıyı yaşayan aile çok yorgun bunu aklınıza getirin. Oturup hizmet beklemeyin.  Bu çok ayıp bence…

Kişilerin ayıbını bi kenara bırakıp, biraz da devletin ayıplarına girelim… Neden bizim ülkemizde çocuklara aile büyükleri bakmak zorunda kalıyor, niçin evlatları büyüttükten sonra rahat edeceği zaman, torun büyütmek zorunda kalıyor aile büyükleri?  Korkuteli’ne gittim geçenlerde, Antalya sıcak olduğu için yaşlılar Korkuteli’nde yazı geçiriyor. Hepsinin elinde torunlar… Gençler yok. Çocuk ve yaşlılar çok… Bu mu yaşlılara ödül yani? Biz ne zaman sosyal bir devlet olacağız?
Neden bizim ülkemizde hastalanan yaşlı aile büyüklerine çocuklar bakmak zorunda kalıyor? Hiçbir sağlık eğitimi almamış,  hem duygusal hem madden manen çöküşe girdiği o zor dönemi bir de hasta bakarak geçirmek zorunda kalıyor evlatlar?

Niçin bizim ülkemizde insanüstü bir gayret sarf  ederek hastaları yaşatmaya çalışıyoruz, sosyal devlet nerede?

Halam nurlar içinde uyusun…  ama bizim sosyal devlet olmamız için daha çok var… Ateş düştüğü yeri yakıyor… “Yaşlı imiş canım!” laflarını duymak istemiyorum.  Ateş düştüğü yeri yakıyor, ateşin yaşı yok. Halam çocuklarının daha fazla üzülmemesi için bıraktı hayatı eminim… Bana “Kader” demeyin. Bu ülke evlatlarının kaderi bu mu? Kader doğduğumuz coğrafya tarafından mı yazılıyor?  Avrupalının kaderi niye böyle değil?  Zor oluyor, acı çeken ana babaya hastabakıcılık yapmak . Çok zor oluyor, o travmayı atlatmak. Evlat bu günler için mi? Geçiniz! Ya şehit oluyor evlatlar, ya hastabakıcı… Onu bunu bilmem halamın evlatları   acı çekiyor acı… 

Seray DEREN- Hür Kalem