Yıl, 2012 olunca hele de Maya Takvimi’ne göre 22 Aralık günü ‘Sonun başlangıcı’ olarak tayin edilmişse, felaketlerden malzeme yaratmayı becerenler için geriye bir tek bunu nasıl işleyecekleri kalıyor. Kimi aksiyonun ve mekaniğin ağır bastığı göz boyamacılığını tercih ediyor… Kimi de klasik müzik eşliğinde bir doğallığı!

Güneş saati… Gökyüzünden yağan ölü kuşlar… Golf sahasında, kucağında çocukla bata çıka ilerlemeye çalışan bir kadın… Görkemli düşüşüyle büyüleyen siyah at… Bir hizaya gelerek sonu başlatan gezegenler… Richard Wagner’in ‘Tristan und Isolde Prelud’ü eşliğinde, ağır çekimlerle adeta dans eden yusufçuklar… Müziğin gittikçe artan temposuyla birbirine yakınlaşan ve nihayetinde orgazmı yaşayan bedenlerin coşkusuyla kenetlenen iki kütle… Bunlar, Lars Von Trier’in iki bölümden oluşan ‘kıyamet’ öyküsünün figürleri!

‘Son’un önsezilerle yaşanış sahnelerini ağır çekimle verip seyirciye görsel ve duyumsal bir şölen yaşatan MELANKOLİ, ‘Justine’ bölümüyle başa dönüyor. Ama ne dönüş! Daracık bir yolda sıkışan beyaz Limuzin, beceriksiz şoförün elinde eziyet çekerken, gelin ve damadın yüzüne zoomlayan el kamerasının aşırı hareketliliği de(amaç, ruhsal hazırlık olsa da) seyirciyi bitiriyor. Oyuncuların yüzlerindeki kusurları incelemek bile, bu yakın ve sallantılı çekimlerin yarattığı rahatsızlığı gideremiyor. Açılış sahnesinin güzelliğini gölgeleyen bu şamatanın daha ne kadar süreceğini düşünürken neyse ki, damadın ve gelinin direksiyon macerası sona eriyor.

Elde ayakkabı gelinen düğünde görkemle sadelik, sevgiyle düşmanlık, başarıyla çıkarcılık, aile bağlarıyla kopukluk iç içe… Düğün yemeğini mahvettiği için Justine’in yüzüne bakmamaya karar veren organizatörün elini yüzüne kapatarak dolaşması; babanın gümüş kaşıkları cebine doldurup yenisini istemesi gibi sahnelerle hayatın ince esprilerini yansıtmaya çalışan yapımın ikinci bölümü ‘Claire’e ayrılmış. Ablasına karşı ‘annelik’ yapan zengin kocalı Claire, öykünün güçlü görünen zayıf halkası!

Karakterlerinin değişken ruh hallerinin derinine inmeden, onları çevreleyen ortama ve olaya odaklanıp, gerilim yaratmayı tercih eden yönetmen Lars Von Trier, ‘Antichrist/Deccal’in ardından aynı yöntemi bu kez MELANKOLİ/MELANKOLIA filminde uygulayarak karşımıza çıkıyor. ‘Antichrist’teki gibi mistik imge-doğa-hayal dünyası-klasik müzik ve ağır çekim faktörlerinden vazgeçmeyen Trier, Charlotte Gainsbourg’u da ihmal etmiyor.

‘Antichrist’te kadını aşağılayıp şeytanlaştıran yönetmen, erkek saflığını ve masumiyetini yine öne çıkarttığı MELANKOLİ’de ‘kötülük’ saplantısını tüm dünyaya mal ediyor. ‘Kötülüklerle dolu dünyanın yok olmasının yas gerektirmediğini’ beyinlere işleyen Trier, bu telkinini Wagner’in inişli-çıkışlı müziğiyle desteklemeyi de ihmal etmiyor. Din ve evlilik karşıtlığını, Justine’in annesiyle ortaya koyan yönetmenin ritüellerinden biri de, ‘baskın’ konumuna soktuğu kadın tarafından tetiklenen ve doğanın kucağında yaşanan ‘kaba cinsellik’!  Bu sahne de, tıpkı gelinin dünyaya yaklaşan MELANCHOLIA gezegenini izleyerek 18 delikli golf sahasında tuvalet ihtiyacını gidermesindeki gibi, insanın doğayla özdeşleşen hayvani yönünü ortaya koyuyor.

Büyüklerin kurbanı olan ‘çocuk’ mefhumu; kaderi yönetme isteği ve çaresizlik duygularının karışımı olarak algılanabilecek ‘intihar’ eylemi; ‘umut’ ışığının yandığı anda ters dönen gidişat Trier’in alışkanlıklarından… ‘Antichrist’te doğayla iç içe, ıssız bir mekân seçen yönetmen burada da yalnızlığı tercih ediyor. ‘Evrende tek canlı olduğumuz’ vurgusunu yapan filmin düğün yemeği planındaki karakterlerse, insan açgözlülüğüne ve sadakatsizliğine dair birkaç espri ve mesaj sunup sahayı terk ederek, nihayetinde kendi başımıza olduğumuzu gösteriyor.

Ağır çekimin ve doğa görüntülerinin, uygun müzik eşliğinde ne denli etkileyici olduğunu fark eden ve bunları başarıyla kullanan Trier, kelime israfı yapmadan derdini anlatmayı biliyor. Seyircinin aklında oluşacak ‘Neden’, ‘Niçin’ sorularını umursamadan, elementlerle oynuyor. Dolayısıyla, Justine’in atının neden köprüden geçmediğini veya telden yapılma pratik bir aletle mesafesi ölçülen gezegenin niçin uzaklaşmaktan vazgeçtiğini sorgulamak boşa oluyor.

‘Antichrist’te, noktayı koyduğu yerde, yeni bir başlangıç için ‘ağaç’ simgesini seçen Trier, burada da son sözü ‘ağaç dalları’na vererek yaşamı, bir kez daha ağaçla özdeşleştiriyor. Bu özelliklerinden dolayı sıradan kıyamet senaryolarıyla karıştırılmaması gereken bir yapım!  Kıyamet üstüne bir film gibi görünen MELANKOLİ’nin, aslında Lars Von Trier’in inanca ve insanlığa başkaldırı felsefesinin karmaşık ve sallantılı bir sunumu olduğunu; bunun da arabalarına doluşup trafikte sıkışanların, dev dalgaların ve çeşitli badirelerin sonunda kurtulan kahramanların resmedildiği kıyamet filmlerinden hoşlananlara sıkıcı geleceğini belirtmekte fayda var.

Kişisel görüşüm ise:  Kristen Dunst’ın ve Charlotte Gainsbourg’un statik oyunculuğunda, çıkar uğruna birbirlerini ve dünyayı acımasızca yok eden insanların ne denli aciz olduğunu etkileyici şekilde gösteren; finale doğru ruhsal baskısını artıran MELANKOLİ’nin ‘son’ sahnesinin ardından etkisini uzun süre hissettirecek(Antichrist gibi) ender yapımlardan biri olduğu!

Anibal Güleroğlu

 

Editör: TE Bilisim