Oscar’ın habercisi olarak görülen Altın Küre’de Fatih Akın ‘In The Fade/Paramparça’ filmiyle yabancı dilde en iyi film seçilirken, dizilerle eşdeğer film yapıp kurtuluşu argo mantık hâkimiyetindeki komedimsi işlerde arayan yerli sinemamızın ‘Ayla’ umudunun Oscar’dan yolcu edildiği malum. Film kalitesinin, kuru fasulye sevgisiyle eşdeğer tutularak yorumlandığı ve popüler kültürü tatmin için iş üretme kolaycılığı terk edilmediği sürece, aday adaylığı aşamasını dahi geçemeyip yolcu edilme rutininin değişmeyeceği de aşikâr. Zira reklamlar ve desteklerle gişede büyük başarı sağlamak dünya çapında ses getiren köklü yarışmalarda ilgi görmeye yetmiyor. İsteyen bu gerçeği kabul eder, isteyen kafasını deve kuşu gibi gömer. Olay, yabancı hayranlığı değil, işi, hakkını vererek yapmak gerektiğinin vurgulanması! Fatih Akın bu işi başarabiliyorsa, Türkiye’deki sinemacılar neden beceremesin? Gel gör ki, ekranda yüzü tutulanlara sürekli yoğunlaşıp hep aynı teraneyi okuyan alaminüt yapımlar üretmekle becerilemeyeceği de bir gerçek.

Sinemamızda gelinen nokta aynı yerde saymaktan ibaretken elin adamları yaşlı kurtları ve bildik öyküleri allayıp pullayıp kayda değer işler üretmeyi çok iyi biliyor. Nitekim Liam Neeson’ın başrolünde yer aldığı ‘YOLCU/ The Commuter’ filmi de bunu kısa ve öz biçimde yansıtıyor bize. Yapımın kritiğine geçmeden önce içeriğini kısaca özetlersek…
Banliyödeki bir ailenin çalan saatle güne başlayıp her bir ferdin kendi meşguliyetlerine koşturma rutinini akıp giden gün ve mevsim değişimleriyle vererek açılışını yapan film, polislik mesleğini bırakarak hayat sigortası satmayı seçen Michael McCauley (Liam Neeson) ve karısının oğullarını özel üniversiteye yollama kaygısını yansıtarak başlatıyor konusunu.



Evlerini bankaya ipotek ettirerek çocuklarını iyi bir gelecek sağlamak durumunda olan bu Michael’in tablosunda milyonların derdini yansıtan senaryo, her gün düzenli olarak banliyö trenine binen bu adamın hayatındaki kırılma noktası olarak da ansızın işinden kovulmanın şaşkınlığını kullanmayı tercih ediyor.

Tazminat dahi alamadan, emekliliğine beş yıl kalmışken birdenbire kapının önüne konan 60 yaşını aşmış bir adam ne yapar? Hele de bankadan alınan kredi borcu ödenmeyi bekliyorsa, onca yıl başarmak için uğraşan çocuğu özel üniversiteye gidecekse ve okulların-yurtların ücretleri büyük rakamlardan oluşuyorsa… En önemlisi de bu adam geçmişteki ekonomik krizde varını yoğunu kaybedip hayata sıfırdan başlayarak bir yerlere gelmeye çabalamışsa… Elbette ki, böylesi bir hayat yolculuğunda apansız yenen tekme insanı şok edip çaresiz bırakır. Nasıl ki Michael de aynı şoku ve çaresizliği yaşıyor.  İşte tam bu anda düzenli kullandığı banliyö treninde bir kadın çıkıveriyor karşısına ve ona 100 bin dolarlık ‘yolcu avı’ teklifinde bulunuyor. Yaşlı kurdumuzun çaresizlik refleksiyle avansı almasının ardından da farklı YOLCU olmanın gerilimi ve zamanla yarışan bir iz sürme aksiyonu başlıyor.


 

EN BÜYÜK DÜŞMAN, ‘DOST’ BİLİNENDİR

İnsanların günlük koşturmaca içinde her şeyi ne denli yüzeysel yaptıklarını yansıtan tren arkadaşlığıyla yaşamsal gerçeklere ayna olan ‘Yolcu’, farklı çıkarımlar yapmaya müsait bir iş. Seyircisine sinema izlencesi olmanın ötesinde mesajları olduğu muhakkak. İnsanların günlük mücadelesinin işverenlerin dudaklarından dökülecek tek kelimeye bağlı olduğu ve onca zaman özveriyle çalışmanın karşılığının kapının önüne konmakla alınma ihtimali bunlardan biri mesela. İş kaygısıyla gelişen hayat yolculuğundaki boşluğun ebeveynleri ne denli çaresiz kılacağı ve en umulmayan eylemlere sürükleyebileceği, filmin bir başka düşündürücülüğü.


Farklı yolcuyu bulma aksiyonunda kovalayan taraf olarak işe koyulan Michael ile çok doğal biçimde sergilenen bu mesajcılıklardan filme özünü verense, kötülüğün umulmadık yerden geleceği gerçeği! Nitekim en büyük düşmanın ‘dost’ bilinen olabileceğini, insanların birbirlerini tanıyamama gerçeğiyle işleyen ‘Yolcu’nun senaryosundaki mantık da, şüphe ve algıların yanılgılara sebep olabileceği üstüne yol almakta.


Bunların dışında, Aghata Christie romanlarını anımsatan tarzda öyküsünü geliştiren ve ‘Doğu Ekspresinde Cinayet’ misali bir atmosfer havası estirerek Michael’i son durağa kadar farklı yolcuyu bulmak için çabalayan zorunlu dedektif haline getiren yapımda insani mesajların ötesinde toplumsal yozlaşmalara yönelik söylemler olduğunu da gözden kaçırmamak lazım. Beyaz yakalıların plaza köleliğine işaret ederek günümüz iş dünyasındaki duyarsızlığa dikkat çeken içerikte toplumun güvenliğinden sorumlu olan birimlerin yozlaşması dillendirilip bu birimlerdeki her görevlinin sanıldığı kadar masum olmayacağı ortaya konmakta.

 

SONUÇTA;
Öyküsü, Byron Willinger ve Philip de Blasi’ye ait olan ve hemen herkesin birbirini tanıdığı ortamda farklı yolcu olmanın zorluğunu hissettiren ‘Yolcu’, hızla akıp giden trenin temposuyla paralel hızda fikir jimnastiği yaptıran bir film!
Niçin arandığı son ana kadar belli olmayan ‘farklı yolcu’nun kimliğini ve yanlış sinyallerin bedelinde yaşanan cinayetlerin failini de finale kadar meçhul bırakan yapım, akışındaki yapaylıklara rağmen Liam Neeson’ın kendine has tarzda sergilediği aksiyonla ve fikir jimnastiğiyle sıkılmadan seyredilebilecek türden bir çalışma. Sözün özü, ‘Yolcu’ basitlikten çıkartılan bir güzellik ve özgünlük olarak karşımızda!
Anibal GÜLEROĞLU
www.twitter.com/guleranibal