İnsan ve doğanın savaşı, dünya yüzünde varoluştan bu yana süregelmekte. Teknolojik ve sınaî gelişim arttıkça daha bir gaddarlaşan insanoğlu elinden geleni ardına koymayarak doğayı katledip kendi hükümranlığını ispatlamaya çabalarken, zamanı kendi lehine kullanma üstünlüğündeki doğa da insanoğlunu alt etme savaşı içinde. Yaşam mücadelesi açısından bu karşılıklı restleşmeye bakıldığında insanın doğayı yenme zorunluluğuyla yaptıklarını belli kriterler dâhilinde yadırgamamak lazım. Hele ki, vahşi doğada kalındığında gücü yeten yetene durumunun kaçınılmazlığı doğrultusunda her şey mubah! Yani insan denilen akıllı varlık ömrünü sürdürebilmek için doğaya kafa tutmak, yeri geldiğinden doğayı bir nebze tahrip etmek zorunda. Eminim, kimilerince çok masum görülen ve ‘İnsanlık olmasaydı dünyada hiçbir kötülük olmazdı’ mantığıyla yüceleştirilen diğer canlılar da şayet aynı zekâ seviyesinde olsalardı insanlardan farklı davranmazlardı.

Anlayacağınız gelişim motivasyonuyla daha fazlasını istemeye başlayan insanlığın doğaya karşı savaşta gücünü göstermesi, abartılı olmamak kaydıyla, yadırganmaması gereken bir davranış. Ancak insanların bu zaruretler dışında bir de doğaya meydan okuma halleri var ki, işte bunların mantığını anlamak kolay değil. Özellikle de sonuçta, kişisel tatminin ötesinde, varoluş adına hiçbir değer taşımıyorsa!

Nasıl ki, ‘dağcılık’ adı altında geliştirilen ve ekipmanlarıyla-turlarıyla ticaret olayına dönüşen Dünya’nın zirvelerine tırmanma mücadelesi bu şekilde değerlendirilmeye müsait bir durum. EVEREST de bu durumun en gözde açık adresi… Lakin zevkleri giderme hesabıyla her şeyin suyunu çıkartan insanoğlu, bir zamanlar ulaşılamaz gözüyle bakılıp yüceleştirilen bu doğa parçasını ve zirveye çıkma olayını da yozlaştırdı. Kendine fazlasıyla güvenip doğaya karşı zafer kazanma heyecanı arayanların ölümüne tırmanış tutkusunu giderirken yolgeçen hanına dönüşen EVEREST’te gelinen nokta, bu uğurda yaşanan ölümleri anlamsızlaştırırken aynı zamanda keyfiyetle tahrip edilen doğanın intikamını da haklı kılmakta. Bu gerçeği gözlemlemek için oralara kadar gitmeye gerek de yok üstelik. Baltasar Kormákur yönetmenliğinde gerçek bir tırmanış hikâyesinin trajedisini aktaran EVEREST isimli yapımı izlemek yeter.

 
EVEREST’TEN KAZANÇ SAĞLAMA TEHLİKESİ

Buzulla başlayıp buzulla biten yerlere tırmanış güvenli midir? Normal insan için cevap, ‘Hayır’. Lakin hayallerinin peşinden koşmak isteyenler için galiba ‘güvenli’ kelimesinin bir önceliği yok. Zira dünyanın dört bir yanından sıraya giriyorlar ‘Zirveye dokundum’ diyebilmek adına… Hem de üste 65 bin dolar gibi büyük rakamlar ödeyerek koşa koşa geliyorlar Nepal’e.

Peki, buradaki şartlara ayak uydurabilmek için vücutlar yeterince eğitilmiş mi? Ülkelerin de dağcılar üzerinden rant sağlama yarışına girdiği gerçeğinde, kendini ispat derdindekilerin özgüvenlerinin tavan yaptığı ve bu güvenle vücut eğitimi adına ekstra çabaya girişmedikleri aşikar. Aksini düşünmek bir parça saflık olur.

Dolayısıyla rehberler eşliğinde gerçekleşmeye başlayan tırmanışların ilk etabı tam anlamıyla ‘kazanç sağlama’ fikri üstüne yürütülmekte. Zaten Nepal depremiyle ‘kısaldı-uzadı’ tartışmalarına da sahne olan, nihayetinde Çin Harita Müdürlüğü’nce 3 cm boy attığı tescillenen EVEREST’te yaşananları beyazperdeye aktaran epik filmde bu, ayan beyan ortada.
Jason Clarke, Josh Brolin, John Hawkes, Robin Wright, Michael Kelly, Sam Worthington, Keira Knightley, Emily Watson ve Jake Gyllenhaal gibi isimlerin rol aldığı yaşanmışlık öyküsü, 40 yıl boyunca denenen tırmanış öncesinde ekip lideri Rob Hall’ün tura gidiş görüntüleriyle başlıyor. Kazanç hesaplarının yapıldığı, dergi kapağında resim ve 5 bin kelimelik yazı uğruna tırmanmanın onca riske değip değmediğinin sorgulandığı bu süreci, zirve turuna katılanların tırmanış övgüleriyle dolu konuşmaları ve Nepal’in sefalet yansıtan otantik görüntüleri izliyor.

Macera Uzmanları’nın verdiği pozla tarihe bir anı bırakmanın ardından diğer ekipleri ve ana kampın ne denli kalabalık olduğunu yansıtan yapım, 4877’inci metredeki Dağcı Anıtı’nda gerçekleştirilen törenden sonra kamptan kampa aşamalarla zirveye tırmanışa geçiyor.

18 kişiden oluşan ekibin lideri Rob Hall’e odaklanarak ilerleyen gerçek hikâye, bir başka tur düzenleyici olan Scott Fischer’ın ve diğer grupların çekişmeci ruh halinden buradaki pastadan pay kapma sevdasını aktarırken, bir yandan da yerel halkın tırmanış turizminden kazancını doğa tahribatının üstünde tuttuğu gerçeğinin altını çiziyor.

Ticari kazanç sağlama kapısına çevrilen EVEREST’e tırmanışın tehlikesi de asıl bu esnada gösteriyor yüzünü! Aşırı kalabalıktan dolayı zirvenin 78 metre altındaki Hillary Step denilen yerde kuyruk oluşturması sonucu hedeflenen saatin çok gerisinde hareket eden ekiplerin sabit hat olmayışı nedeniyle bekleyişi ve mali yük getiren oksijen tüplerinin yedeklenmesinin ihmali gibi insan eliyle yaratılan olumsuzluklarla karşı karşıya kalınması facianın ayak sesleri oluyor! Ekip liderlerinin de kendi aralarında tartışmalar yaşadığı tırmanış esnasında varlığını hissettiren vahşi doğanın acımasızlığı, tüm bu olumsuzluklarla birlikte katmerleniyor adeta. Ama asıl trajedi, geç kalınan dönüş yolunda yaşanıyor.

Ekip lideri ve arkadaş ruhuyla hareket ederek yaşamını yitiren Rob Hall, fiziki gücün ve zirve deneyiminin doğanın gazabı karşısında hiçbir önem taşımadığının kanıtı olarak hafızlara kazınırken, eldivensiz ve yüzü açık olarak zirveye yakın bir noktada gece boyu mahsur kalmanın ardından mucizevî biçimde kurtulan Beck Weathers ile de öldürmeyen Allah’ın öldürmeyeceği hakikati hayrete düşürüyor seyirciyi…

Nihayetinde kurgusallaştırılmış gerçek hikâyeden çıkan mesaja gelince… EVEREST’ten kazanç sağlamanın tehlikesi! En vurucu yön, bunların yaşanmış olduğunu bilmek.
 
 
GERÇEK HİKÂYE OLDUĞUNU UNUTANLARA…

1996 yılında gerçekleşen zirveye tırmanış turunun, saatte 120 km hızla esen tipi ve teknik aksaklıklardan dolayı trajediye dönüşümü aslında ilk kez filmleştirilmiş değil. Ancak 1997 yılındaki ‘Into the thin air: Death on Everest’ isimli yapımın da temeli olan Jon Krakauer’ın çok satan kitabı ‘Into Thin Air’ ile hayatta kalanların hikâyelerinden uyarlanan senaryo, önceki yapıma nazaran daha kaliteli bir iş çıkartmış ortaya. Buna karşılık her iki film de, tırmanış meraklılarının hayalini kurdukları EVEREST’i turizm kapısına çevirmenin yanlışlığı üstüne düşündürmekte…

Yeni nesil EVEREST filminin farkı, yaşanan trajedinin anlamsızlığını daha net hissettiriyor olması! Büyük bütçesini çekimlerin kalitesine harcayıp hikâyeyi olabildiğince abartmadan kendi doğal akışında sunması sayesinde gerçekle özdeşleşen EVEREST’in, hem zirveden kazanç sağlama tehlikesini göstermesi, hem de doğaya meydan okumanın sanıldığı kadar kolay olmadığını kanıtlayan bir belgesel edasıyla aktarılıyor olması seyirciyi doğrudan olayın içine katma özelliğini de beraberinde getiriyor. Böylece o atmosferi benliğinizde duyumsamanızı sağlayarak, insanların neden böylesi cesaret gösterilerine ihtiyaç duyduklarını sorgulamanıza neden oluyor. Zaten bir noktada geçen konuşmalarla filmin asıl amacının bu yönlendirmeyi yapmak olduğu da çıkıyor ortaya.

1996 yılında, 36 saat içinde 8 kişinin zirve yakınlarında ölmesiyle başlayıp, 2012’de zirvede gerçekleşen kavgayla daha bir gündeme oturan EVEREST’in ticarileşmesi durumunun yarattığı tehlike ve insanların tırmanma sevdasındaki soru işaretleri hâlihazırda sonlanmış değil. Çözüm bulunacağını düşünmek de boş. Bunları bir yana bırakıp filme dönecek olursak…
Yerli yersiz efektlerle özünü kaybetmiş aksiyonlara merak sarmaktan ‘insan’ ve ‘doğa’ gerçeğinin özünü yitiren kimileri, görüntüleri-çekimleri beğenip yapımın kendisine burun kıvırabilir. Kimileri de bu süreçteki tempo düşüklüğünden şikâyet edilebilir. Herkes her şeyi beğenecek diye bir kural yok neticede.

Ancak takdir edilmesi gerekir ki, insan egosunun ve kazanç hırsının doğa karşısındaki hiçliğini çok net resmeden yapımın özü gerçek bir hikâye. Bu nedenle efektlerle boğulmuş bir aksiyon temposuyla bunu işlemek doğallığı zedeleyici olurdu. Kaldı ki, 8848 metrelik zirveye de kimsenin haldır huldur koşarak tırmanacak veya oksijen kıtlığı çekilen ortamda kişisel hırslarla birbirine dalacak halinin olması mümkün değil! Dolayısıyla yapımı izlerken öyle rol kesmeler veya afili konuşmalar beklemek hata.

Sonuçta; Tırmanış ekiplerini aynı çatı altında buluşturup tartışmaya sokarak başlangıcını yapan ancak doğa şartlarında herkesin eşitliğini vurgulayan bir gidişatla trajedisine adım adım ilerleyen EVEREST, 10-11 Mayıs 1996’da aralarında ekip liderleri Rob Hall ve Scott Fischer’ın da bulunduğu sekiz dağcının ‘zirve’ sevdasıyla yaşama veda edişlerinin gerçeği!
Neredeyse tüm dağcıların cesetlerinin öldükleri noktada kaldığı ve Hintli Tsewang Palgor’un naaşına, ayağındaki yeşil botlardan dolayı, ‘Green Boots’ lakabının takıldığı bu trajedi zirveyi gözden düşürmüş mü derseniz… Gelişmeler ve Şerpa kılavuzları sayesinde, parası bol olan herkesin EVEREST’e kolayca çıkabilmesinin olanaklı hale geldiği günümüzde saatlerce kuyrukta beklenilerek ulaşılan EVEREST’in cazibesi, ‘turizm’ merakıyla sınırlanmış gibi. Kota kavramının dahi gündeme geldiği, ancak yerel halkın çıkarları doğrultusunda uygulamaya konmadığı zirve turizminde EVEREST’in ciddi dağcıların gözünden düştüğü çok net.

"Everest'te Son Saatler" isimli kitabın yazarı olan Graham Hoyland da EVEREST’le ilgili bu gerçeği, "Bu bir vahşi doğa deneyimi değil, bir McDonald's deneyimi" diyerek açıklamakta! 1953 yılı Mayıs ayında Edmund Hillary ve Tenzing Norgay’ın yan yana durdukları zirvedeki ve dağdaki otoyol benzeri kargaşayı-doğa kirliliğini görmek… Dahası, tırmanışın anlamsızlığını gözlemlemek için EVEREST’i izlemek lazım. IMAX kalitesi ve gerçekçi algı tavsiyesiyle…

 
Anibal GÜLEROĞLU
www.twitter.com/guleranibal