‘Adalet hissi insanlarda doğuştan mevcuttur’ demiş Çiçero… Lakin kendi çıkarlarını tehlikede gördükleri durumda insanlarda ne hak, ne adalet, ne de özgürlük kavramlarından eser kalmıyor. Bunları talep edenlere karşı takınılan tavır bir başkalaşıyor nedense. ‘Hakkımızı isteriz’ diyenler, en masum söylem şeklinde bile siyasetçilerin ve onların yönlendirdiği güvenlik güçlerinin hışmına uğrayıveriyor.
Bu üzücü hakikati pek çok taze örnekle aktarmak mümkün. Ancak yazımızın konusu günümüz dünyasındaki baskıcılığı dile getirmek değil. Yüz yıl öncesinden bir direniş hareketi üstüne sözümüz. Yüzyıl dedikse, sanılmasın ki tamamen tarihe mal olmuş bir öyküyü anlatacağız… Aksine bu direniş çabası, hâlihazırda tam çözüme ulaşmış sayılmayacağından ve sorunların tamamen çözümü için daha yıllar geçmesi gerektiğinden, tazeliğinden hiçbir şey kaybetmiş sayılmaz. Dolayısıyla lafı fazla uzatmadan gelelim konumuza.
 
KADININ VARLIK SAVAŞINDA ‘SUFFRAGETTE’ DİRENİŞİ
Kadın hakkı dendiğinde ilk akla gelen sözcük ‘feminist’ olmakta. Üstelik çoğu zaman aşağılayıcı veya dışlayıcı-ötekileştirici bir bakış açısıyla kullanılmakta. Ancak ‘kadın hakları’ olayı çağdaş yaşam adına, kadınları olduğu kadar erkekleri de ilgilendiren önemli bir durum. Ama dizginleri elinden bırakmak istemeyen erkekler ve ezilmişliği yaşam biçimi sayan kadınlar için değeri yok. Bu nedenle kadının sahip olduklarını gasp ederek onun kişiliğini de yok saymayı yani bir nevi köleleştirmeyi hak bilen erkeklerin gözünde yersiz ve kışkırtıcı bir çaba, kadının hak arayışı. Tıpkı İngiliz kadınının uğradığı haksızlıklara başkaldırıp seçme ve seçilme haklarını talep etmek için başlattığı ‘Suffragette’ hareketinde olduğu gibi! Şimdi ‘Suffragette/Süfrajet’ hareketi nedir diye soracak olursanız…
Burada bir parantez açıp ‘‘Erkeklere duydukları anda rahatsızlık hissettiren veya gülüp geçirten ‘kadın hakları’ hareketini irdelerken başlangıç noktası bana göre Fransız Devrimi ve ‘Mavi Çoraplılar’ olmalıdır’’ demek isterim. Lakin süfrajet olayı, kadın haklarını entelektüel çevreden sıyırıp orta sınıfın işçi kadınlarına indirgediği için daha genele hitap gücüne sahip bir örgütlenme konumunda olduğundan kadınların hak arayışındaki yeri ayrı!
Bu saptamanın ardından gelelim süfrajet olayına… İngiltere’de ‘bulaşıcı hastalıklar yasası’ karşıtlarının 1903’te Emmeline Pankhurst liderliğinde başlattığı bir hareket. Kadınların Sosyal ve Politik Birliği’nin kurulmasıyla gelişen bu hareketin liderliğini annesinden devralan Christabel Pankhurst sayesinde süfrajetler İngiltere’deki kadınların seçme ve seçilme hakkı için pasif direnişlerini laftan eyleme dönüştürerek haklarını alana kadar mücadele etmişler.
1910’da kadın haklarının genişletilmesine yönelik yasa tasarısının kabul edilmemesiyle birlikte kendilerini aldatılmış sayan kadınlar tarz değiştirip, bombalı saldırılar da dâhil olmak üzere, şiddeti direnişlerine katmışlar. Ama tüm bu çabalar orantısız güçle karşılık bulmuş ve gerek İngiltere’de gerekse dünyada istenen etkiyi sağlayamamış. 1913’te Emily Davison’ın, farkındalık yaratmak için, kendini V. George’un atının önüne atmasıyla bu çember bir parça kırılmış ve dikkatler süfrajet hareketine, kadın haklarına çevrilmiş. Ancak araya Birinci Dünya Savaşı’nın girmesi bu hareketin önünü kesmiş. Öte yandan bu savaşı kadınların seçme ve seçilme hakkını kazanması adına bir nimet olarak da görmek lazım. Zira erkek nüfusun azalmasıyla kadınların ön plana çıkması, kamusal alandaki güçlerini de artırmış ve isteklerinin kabulüne yol açmış.
Böylece 1920’de ABD’nin kadınlara seçme ve seçilme hakkını vermesinin ardından 1928’de İngiliz kadınları da yıllar boyu süren süfrajet hareketinin amacına ulaşmışlar. Türkiye’deki kadınlar, Atatürk Devrimleri sayesinde 1934’te seçme ve seçilme hakkını kazanırken bu hakkın Suudi Arabistan’daki yansıması ne acıdır ki, 2015 yılında verilen söz!
Kadının varlık savaşında bu özet bilginin ardından gelelim Abi Morgan’ın senaryosunu kaleme aldığı, Sarah Gevron’ın yönettiği ‘Suffragette’ filmine...
 
HAKKINI ALMAK İÇİN ‘LAF DEĞİL İCRAAT’…
Londra’nın 1912 atmosferinden görüntülerini ‘Zihin dengesi, politika algısı kadınlarda yok’ şeklindeki aşağılayıcı erkek söylemiyle buluşturarak açılışını yapıp oy hakkı verilmek istenmeyen kadınların yaşamdaki ezilmişliğinden yansımalar sunan ‘Suffragette’, çamaşırhanede anneden kız çocuğuna mirasa dönüşen sefil işçilik tablosundan, hemcinslerini direnişe çağırıp vitrinleri taşlayan süfrajet kadınlarının polisin kaba kuvvetine maruz kalışına geçerek gelişimini başlatmakta…
West End’de alevlenen hareketin açlık grevleri, pasif direnişler ve eylemsiz hak arayışından nasıl şiddetçi icraata dönüştüğünü özet aşamalarla geçen yapımın bu evresinde ‘etki-tepki’ gerçeği giriyor devreye. Kadınlar bu direnişlerle ne derece etkili olabilir erkek dünyasında?
Nitekim olamıyorlar da. Ama sanıldığının aksine sinmiyor, pes etmiyorlar. Kadınların samimiyet ve inançla dile getirdikleri problemleriyle adeta dalga geçercesine yaşanan yasa reddi, bardağı taşıran son damla oluyor. O andan itibaren iki katlı otobüsten, sokak kameralarına dek günümüzde kullanılan modern araç gereçlerin ilk hallerini izletip İngiltere’nin yenilikçi yüzünü sunan filmde, kadının mal varlığının kontrol hakkını ve çocukların sahipliğini üstlenen erkeklerin din-dil-ülke ayrımı olmaksızın dünyanın her yerinde ne denli bencil, çıkarcı, gaddar ve istismarcı olduklarına tanıklık ederken her şeye rağmen ‘Diren’ diyebilen kadınların güçlü profillerini tanımaya başlıyoruz.
Oğlunun üstüne titreyen, patronunun tacizini bildiği halde susan kocasını olduğu gibi kabullenmekten başka çaresi olmayan… Kısacası kralın resmine ‘İyi geceler’ dilenerek uyunan evde mevcut sisteme harfiyen uyarak yaşayan Maud da bu profillerden biri olarak çıkıyor karşımıza. Sonra bir tesadüf giriyor devreye ve Avam kamarasında konuşma zorunluluğu doğuyor. O andan itibaren de Maud için hayat eskisi gibi olamıyor artık. Oy hakkının lafla değil icraatla alınacağına inanan kadınların yani süfrajetlerin dünyasında ilerlemeye başlayan Maud’la birlikte yol alan filmde, bu hak arayışının yanı sıra siyasetin çirkin ikiyüzlülüğünü ve güvenlikçilerin ‘kraldan çok kralcı’ oluşuna da tanıklık ediyoruz. Dahası tuzu kuru kadınların ya da erkek egemen sistemin ezikliğini kabullenenlerin hemcinslerine karşı takındıkları umursamazlık-dışlayıcılık da, tarihten günümüze, ayan beyan çıkıyor ortaya.
Asil İngiltere’nin karanlık yüzünden aktarılanlar bu kadarla sınırlı kalmıyor tabii… Hapishane koşullarındaki kötü muameleyle uygulanan yıldırma politikasının bariz göstergesi olan ‘Suffragette’ filminde sadece seçme ve seçilme hakkının peşinde koşan kadınların öyküsü yok çünkü. İlaveten o dönemdeki kadın çalışanların uğradığı tacizlerin erkeksi rezilliğini ve çocuk işçi gerçeğinin sömürücü yüzü de sırıtıveriyor İngiltere’nin burnu havada asaletinden!
7 yaşında yarı zamanlı işçi olarak çamaşırhanelerde çalışmaya başlayan kız çocuklarının 9 yaşında tam zamanlı tempoya geçtiklerini ve o yaştan itibaren de başlarındaki şefin cinsel isteklerine malzeme olduklarını izlerken, tarihler ve ülkeler değişse bile kadının makûs kaderinin değişmediğini düşünüyorsunuz ister istemez.
Sonuçta; Özgürlük, hak, hukuk sıkça bahsedilen… Söylevlere, sömürülere malzeme yapılan… Buna karşılık pratikte elde edilmesi kolay olmayan kavramlar. Lakin söz konusu kadınlar olduğunda, daha bir zorlaşıyor bunların elde edilip hayata geçirilmesi. Erkeklerin baskıcı dünyasından çıkıp gelen ve ‘Diren’ Gücünün yettiği yere kadar’ mesajcılığıyla gösterimde olan ‘Suffragette’ de bunungerçeğe dayalısinemasal göstergesi.
‘Suffragette’ ile temeli atılan bu çabanın sonu ne zaman gelir? Cevap vermek imkânsız. Erkek dünyasında kadın olmak ve insanca-hakça yaşama bilincini taşımak zor vesselam.
 
Anibal GÜLEROĞLU
www.twitter.com/guleranibal