Yaşam ve ölüm… İnsanlığın tatmin edici ve kesin cevaplar bulamadığı en önemli konular. Filozof-yazar Montaigne ‘Hayat bir rüyadır; uyanınca uyuruz, uyuyunca uyanırız’ diyerek tarif etmiş yaşamı mesela… Bernard Shaw da ‘Yeryüzünde hüküm süren kuvvet; hayat kuvveti değil ölüm kuvvetidir’ sözüyle vurgulamış ölümün yaşam karşısındaki gücünü. Lakin inanca sığınmanın dışında, ne bilim insanları ne de düşünürler laftan öteye geçememişler yaşam ve ölüm hususunda.

Öte yandan ölümden sonra yaşamın araştırmasına yönelen deneylerden de vazgeçmemiş insanoğlu… ‘Scole deneyi’ gibi görünmeyen maddelerin görüntüsünü yakalamayı hedefleyeni de olmuş, ‘Ramster deneyi’ gibi reenkarnasyona yoğunlaşanı da… Dahası 1907’den bu yana halen cevaplanamamış olan ‘21 Gram’ deneyini de unutmamak lazım. Dr. Duncan MacDougall ölüm döşeğindeki altı hastayı ve ayrıca 15 köpeği özel yöntemle tartıp ölümden sonraki 21 gramlık kaybı ortaya çıkartmış. Tabii bu kaybın nereden kaynaklandığına bir açıklama getirilememiş. Velhasıl insanların zihni her daim ölüm sonrasıyla ilgili sorulara odaklı ve bu alanda yürütülen pek çok deney mevcut.

Peki… Ortada bu denli ilgi çekici ve gizemli konu olur da kurgu dünyası bunu kullanmaz mı? Elbette ki kullanır. Nitekim insanların zihninin ölüm sonrasıyla ilgili sorulara odaklı olmasının ve bu alanda yürütülen deneylerin verdiği ilhamla pek çok yapım üretilmiş sinemada. Kimisi fantastik türden ele almış, kimisi korkuya malzeme yapmış yaşamı sonlandıran çizginin ötesinde olabilecekleri. Kimisi de bilimsel araştırmalarla korkuyu harmanlamış… Tıpkı beyazperdede yerini alan ‘Çizgi Ötesi/Flatliners’ filmi gibi!
 

ÇİZGİ ÖTESİ’NDEN GELEN HESAPLAŞMA…

Birkaç dakikalığına kalbi duran ve sonra yeniden hayata döndürülen kişilerin çoğunun ortak öyküsüdür, çok parlak bir ışık demeti görmek veya kendi bedenini tepeden izlemek. İnsanlara çizginin ötesine geçildiği andan itibaren yeni bir yaşamın başlayacağına dair umut olsa da anlatılanlar tüm bunların bilimsel ispatı olmadığı da muhakkak. İşte yönetmen Niels Arden Oplev tarafından yeniden şekillendirilen ‘Çizgi Ötesi/Flatliners’ filminin senaryosu bunu ispata heveslenen doktor adaylarının gizli deneyine dayanmakta.


Kardeşiyle birlikte yolculuk ederken cep telefonuna dalan ablanın sebep olduğu kazayla açılışını yapan film yıllar sonra kazada kız kardeşinin ölümüne sebep olan ablanın tıp fakültesindeki öğrenciliğiyle başlatıyor konusunu. Courtney o olaydan sonra kafasını ölüm anında hemen faaliyetini durdurmayan beynin o esnada neler yaşadığına takmıştır. Hedefi ölümden sonraki beyin faaliyetlerini kayıt altına alıp yaşamın diğer boyutunu ispatlamaktır. Bu amacını gerçekleştirmek için de arkadaşlarını ikna edip gizli deneyini gerçekleştirir. Ölüp yeniden dirilme deneyinin ilk gönüllüsü de kendisidir. Ancak ‘Çizgi Ötesi’ne geçmenin sonucu istendiği gibi olmaz. Bu bilimsel ispattan ziyade ‘vicdanla hesaplaşma’dır artık!

2017 model ‘Çizgi Ötesi’nin içerik özeti kısaca böyle… Gelelim performansına… Gerçek şu ki, Joel Schumacher yönetmenliğinde çevrilen 1990 yılının ‘Çizgi Ötesi’ filmini izleyenler için bir hayli tatminsiz kalıyor, yeni versiyonun anlatım tarzı. Zira ilk filmde Nelson karakterini canlandıran Kiefer Sutherland’i tıp öğrencilerine nasıl iyi doktor olunacağının yolunu gösteren sert hoca kimliğiyle içeriğine dâhil edip bir anlamda geçmişe selam gönderen ve yapımda kısa süreli varlık gösteren bu karakteri elindeki bastonla Dr. House formatına sokarak kendince bir hava yaratmaya çalışan 2017 uyarlamasında eskinin gerilimini yansıtmayı becerememiş.

 

Gönüllü olarak gidilen ölümden geri gelişlerin geçmişteki pişmanlıkları açığa çıkartmasından, vicdani probleme dönüşen bu pişmanlıklarla yüzleşmeye… Olayların aktarılmasında heyecandan eser yok.  Hiç kuşkusuz bunda yönetmenin sorumluluğu kadar Ben Ripley’nin senaryosundaki kısırlığın da etkisi büyük!

Dolayısıyla, kalp çizgisinin düzleştiği noktadan ötesinde neler gerçekleştiğini ortaya çıkartmak için başlatılan deneyden neler görebileceğimizin merakıyla filmi izlemeye koyulurken bulunan şey, uzun uzun kendini tekrarlayarak tempoyu düşüren sahneler ve bilimsellikle ilgili soruları havada bırakan yavan bir gidişat olmakta. Dahası ‘Çizgi Ötesi’ni cinsellik hazzıyla da özdeşleştiren filmin bu noktada amacına ters düştüğünü de söylemek mümkün. Yani ölümün bir son değil başlangıç olduğunu vurgulamaya niyetlenirken, zamansız gerçekleştirilen yapay ölümü geçmişteki suçların vicdan azabıyla oluşan ve bastırılmış güdüleri tetikleyen beyinsel bir yaşamsallığa dönüştürmekte. Böylece konunun gizemli yönü ve ilgi çekiciliği de güme gitmekte.


Öte yandan ‘Çizgi Ötesi’nin olumlu yönleri de yok değil. Tıp eğitimindeki şartların sadece ülkemizde değil Amerika gibi en gelişmiş yerlerde dahi aynı zorlayıcı tempoda olduğunu görmemizi sağlaması… 36 saat çalışmak durumunda kalan doktorların bu yorgunlukla sağlıklı kararlar veremeyip kontrollerinde hataya düşebileceklerini ve bunun ölümcül sonuçlar doğurabileceğini dillendirmesi… Doktorluğun ne denli özveriye, bilgi birikimine dayanan bir meslek olduğunu vurgulaması… Başarıya odaklı ebeveynlerin çocuklarını ruhsal açıdan nasıl baskılayıp kötücül rekabetçiliğe yönlendirdiklerini örneklemesi… Araçta seyir halinde kullanılan cep telefonunun sakıncasını ve erkeklerin kızlarla ilişkisindeki sorumsuzlukları işaret etmesi… Yapımın kayda değer ayrıntıları!



SONUÇTA;
Bilimsel ispattan ziyade vicdani dürtülerle başlatılan deneyin heyecansızlığıyla gelişen ‘Çizgi Ötesi’nde bulunan yegâne şeyin ‘hesaplaşma’ olduğu gerçeğiyle beyazperdede yerini alan yapım, ölüm-yaşam hususundaki bilimsel saptamalarıyla iz bırakmayı başaramasa ve üstünkörü sunulan korku öğeleriyle tatmini sağlayamasa dahi, tıp eğitiminin ve hastane temposunun özünü sorgulatmak açısından kısmen etkili olabilen bir çalışma.

Anibal GÜLEROĞLU
www.twitter.com/guleranibal