Prof. Dr. Gökhan Ünel'le CERN serüvenimizi konuştuk…




Demokrat Haber / İsviçre

Röportaj: Ş. Murat Özten
Fotoğraflar: Özgül Dede
Fransızca “Conseil Européen pour la Recherche Nucléaire”, kısaca CERN, yani Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi çoğumuzun dikkatini Dan Brown’un romanı “Melekler ve Şeytanlar” ve son yıllarda popüler adıyla “tanrı parçacığı”, bilimsel adıyla “higgs” bozonunun izini süren deneyleriyle celbetti. Oysa CERN 1954’ten beri var ve Cenevre’de onlarca ülkeden binlerce bilim insanının hummalı araştırmalarına evsahipliği yapıyor.
O, insanoğlunun doğayı tanımaya dair bitmez tükenmez merakının en çarpıcı simgelerinden biri. Biz de onu merak ettik ve yıllardır CERN bünyesinde çalışan Prof. Dr. Gökhan Ünel’e merakımızı gidermesi için başvurduk.
Sağ olsun bizi kırmadı. Onunla Cenevre Tren Garı’nın çıkışında Rue du Mont-Blanc’da buluştuk. Bir Cafe’de kahvelerimizi yudumlarken kendisine sorularımızı yönelttik.
Elektronların, protonların, nötronların, pozitronların, kuarkların geçit resmi yaptığı sohbetimizde bize sabırla evrenin en küçük parçalarına sığan o kocaman dünyayı anlattı. Bir buçuk saatin sonunda higgs, karanlık madde, karanlık enerji ve daha birçok fizik fenomenini arkamızda bırakıp Cafe’yi terk ettiğimizde Rue du Mont-Blanc’nin Cenevre Tren Garı’yla birleştiği yerde bulunan ve Ousmane Sow’un “sans papier” yani kimliksiz mülteciler için yaptığı heykel “L’İmmigré karşımıza çıktı.(...) Fiziğin fantastik dünyasından uzaklaşıp gündelik yaşamın acımasızlığına geri döndüğümüzü anladık.
“CERN 1954 YILINDA 12 ÜLKENİN KATILIMIYLA KURULUYOR”
-Biz daha CERN’i gezemedik Sayın Ünel. Ama biliyoruz ki CERN’de gruplar halinde turistik ya da bilimsel geziler yapılıyor. Bize biraz CERN’den bahseder misiniz? Bu merkez hangi amaçları karşılamak üzere kuruldu?
-İkinci dünya savaşı özellikle Avrupa açısından çok kötü bir şeydi. Avrupa ciddi bir yıkıma uğradı. Bu yıkımın uzun vadeli olan bir başka yönü de neredeyse tüm bilim adamlarının Amerika’ya kaçmış olmasıydı. Bence en büyük üç beş bilim adamından biri olan Enrico Fermi de bunlardan biridir. Hem deneyde hem kuramsal olarak çalışmalarda yer alıp ilk insan yapımı nükleer reaktörü çalıştırmış, benim parmak ısırarak baktığım bir bilim insanıdır. Karısı Yahudi diye İtalya’dan Amerika’ya göç etmek zorunda kalıyor. Savaş bitip de Avrupa bu kabustan uyanınca bakıyor ki hem her yer yıkılmış, hem de bu yıkılanı tekrar yerine koyabilecek insanlar gitmiş. O zaman diyorlar ki, biz öyle bir yer yapalım ki, öyle bir merkez kuralım ki, daha önce savaşmış ülkeler bilim gibi ortak ve kısmen zararsız bir amaç etrafında toplansın, hem de bu savaş esnasında Amerika ile oluşmuş müthiş açıklığı kapatsın. CERN bu düşüncelerle 1954 yılında iki yıllık bir çalışmanın sonucunda 12 ülkenin katılımıyla kuruluyor.

CERN ARTIK FİZİĞİN MEKKESİ!
-Bu durumda CERN’i bilimin ya da fiziğin Avrupa Birliği diye adlandırmak yanlış olmaz. CERN Amerika, Rusya, Çin ve Japonya’daki bilimsel çalışmalara rakip mi?
-Böyle bir şey vardı, ama artık yok. CERN artık tartışmasız bir numara, fiziğin Mekkesi!
Çünkü Amerika fişi çekti. CERN’de olduğu gibi Amerika’nın da diyelim en çok Güney Amerika’daki ulusların katıldığı bir bilimsel merkezi var. Fermi Hızlandırıcı Laboratuvar’ı ya da resmi adıyla “National Accelerator Laboratory”. Orada da çok önemli araştırmalar yapıldı, mesela top-kuark orada keşfedildi. Ama Amerika’da Obama’dan önce son iki dönem başkanlık koltuğunda oturan oğul Bush bizlere geleceği görememenin ne olduğunu öğretti ve fişi çekti.
-Gerekçesi neydi oğul Bush’un?
-Giderlerin fazla olması! Adam diyor ki ben ne kadar yatırım yapayım. 1990’lı yılların sonunda Teksas’ta CERN’den çok daha büyük bir yer yapmak söz konusu idi. Sonra kazıldı filan, ama kongre çok fazla para gidiyor, kendimiz yapacağımıza CERN’e katılalım dedi. Bir süre sonra Fermi’nin fısı çekildi.
“NE KADAR KÖFTE, O KADAR EKMEK”
-Sizin de Amerika günleriniz var...
-Ben Amerika günlerimde “neutrino” araştırmaları yapıyordum. Kütlesi olduğundan şüpheleniliyordu ama ispatlanamamıştı. Zaman, para vs. derken Japonlar geldi bizi geçti. Bizdeki deyimle “ne kadar köfte, o kadar ekmek”. Yatırım yaparsanız sonucunu görürsünüz, yapmazsanız sonuç yok.
Rusya’ya gelelim. Rusya’da birçok merkez vardı, Sibirya’da, Moskova’nın kuzeyinde bir tane, güneyinde bir tane. Ama Sovyetler’in dağılmasıyla gelinen durum malum. Adam eğer bilim adamı olarak ayda 100 dolar para kazanıyorsa başka ülkelerde öğretmenlik yapmak daha cazip geliyor. Çin’e gelelim. Çin’de de bir tane deney var. Onlar sadece belli bir konuda ilerleyelim diyorlar. Yani B fiziği ile ilgililer. Başka da yapabilecek ülke yok zaten, kim kaldı?
-CERN’i kim finanse ediyor?
-AB ülkelerinin gayrisafi milli hasılaları oranında katkıları oluyor. CERN’in toplam bütçesi 1,1 milyar İsviçre Frangı. En çok katkıyı İsviçre, Fransa ve Almanya yapıyor. Ev sahibi ülkeler olarak İsviçre ve Fransa’nın daha fazla katkı sunması bekleniyor, çünkü kazanıyorlar da CERN’den.
-Biraz CERN’in yönetim mekanizmasından bahsedebilir misiniz? İdari ve bilimsel yönetim mekanizmaları birbirinden ayrı mı? Kararları kim alıyor, deneyleri kim belirliyor?
-İdareden sorumlu bir konsey var. Her üye buraya bir bilim insanı ve bir de siyaseten temsilciyle katılıyor. Yani üye ülke sayısı çarpı iki. Bu konseye bir genel müdür atanıyor. Bu genel müdür bilimsel konularda ve eğitim alanında iki yardımcı belirliyor kendisine, CERN bu şekilde bir hiyerarşi ile idare ediliyor. Siz diyelim bir hızlandırıcıda bir görev yapmak istiyorsunuz. O hızlandırıcının bilimsel kurulu sizin deneyinizi dinleyip diğer deneylerle karşılaştırıyor. Fizik potansiyeli en yüksek olan kimse, ona demet zamanı gidiyor. Bizim yüklü parçacık demetimiz sınırlı sayıda, günde de sınırlı sayıda saat var. Dolayısıyla kim önüne deney kuracak, bu epey bir yarış konusu.
-Öyle anlaşılıyor ki CERN’de bir ya da birkaç ülke dominant değil. Üyelerin idari ve bilimsel olarak eşit hakları var.
-Öyle diyebiliriz.
“CERN’İN REKLAMINI O KÖTÜ YAZAR, DAN BROWN YAPTI”
-CERN bir hayli popüler. Bu popülarite kendi kendine mi oluştu, yoksa...
-CERN’in halkla ilişkileri var, ama en büyük reklamı o kötü yazar Dan Brown yaptı. Kötü diyorum, çünkü keşke yazdığı kitabı (Angels and Demons / Melekler ve Şeytanlar) bilim adına önce okutup kontrol ettirseydi. Bir takım şeyler çok yanlış kitapta.
“PARALARININ BOŞA HARCANMADIĞINI GÖRMELERİ LAZIM”
-Her bir kitabında böylesine özensiz Dan Brown.
-Olabilir... CERN’in gazetecilerle ilişkileri var. Bu merkezin neden önemli olduğuna dair açıklamalar ve evraklar hazırlanıp gazetecilere sunuluyor. PR’ın önemli olduğunu fark eden insanlar var. Amaçlardan birisi ülkelerarası barışı koruyarak yeni bilim insanları yetiştirmek. Bunun dışında bu işler insanların vergileriyle dönüyor. İnsanların paralarının boşa harcanmadığını görmeleri lazım. Böyle bir tehlike olduğunu düşünüyorum. Bir yıl kadar önce Avusturya istifa etmeye kalktı, Avrupa ayağa kalktı. Yanlış bilgilendirmelerin işgüzar bir politikacının attığı bir taş olduğu ortaya çıkarıldı sonuçta. Bu geriye çevrildi.
-Açıkçası bu popülaritenin kolay kolay yok edilebileceğini sanmıyorum.
-Popülaritesinin nedeni belki de saçmalamıyor olmasıdır. CERN’den bir şey söyleniyorsa bu bin defa süzgeçten geçmiştir. Bu böyledir deniyorsa, o öyledir. Ama devlet adamları ve politikacılar böyle davranmıyorlar.
“BİZ BOĞAZİÇİ’NDE SAAT 5’TE KÜTÜPHANEDEN KOVULURKEN”
-Bir bilim insanı nasıl iş buluyor CERN’de? Kendi örneğinizden yola çıkabilir misiniz?
-Ben ortaokul ve liseyi Saint Joseph Lisesi’nde okudum. Boğaziçi Üniversitesi’ne başladığımda CERN’den haberim yoktu. (...) Teorik fizik ve hesaplamalarla ilgileniyordum. Lisansı bitirdiğimde birlikte çalıştığım Metin Arık yanıma geldi ve “Eşimin CERN diye bir yerde bir deneyi var, Fransızca bilen birinin ona yardım etmesi lazım. Gel seni üç haftalığına oraya gönderelim” dedi. Ben de tam o zamanlar yeni master dereceme başlamıştım. Kabul ettim ve üç haftalığına CERN’e geldim. Çalışma ortamı çok hoşuma gitti. Türkiye’de bu ortamlar daha sıkıntılı. Sene 93, yirmi yıl önce. Biz Boğaziçi’nde saat 5’te kütüphaneden kovulurken burada kütüphane 24 saat açıktı. Al istediğin kitabı, bir kağıdın üzerine adını yaz, ben bu kitabı alıyorum de, geç git. Oooo.. Harika bir şeydi bu. İdeal çalışma ortamıydı benim için. İnternet o zaman emekleme çağındaydı, ama üniversitenin bağlantısı vardı. Bugün şaka gibi gelen sayılarla, bir byte ile makale indirmeye çalışırken, burada internetin en hızlısı elimin altındaydı. Türkiye’de çalışamıyorum belli ki, ben buraya geleyim dedim. 98’de doktoramı alınca tek bir yere başvurdum, buraya gelmek için... İnsanlar ‘boşuna uğraşma olmaz’ derken nasıl oldu bilmiyorum. Serde çılgınlık varmış demek ki...
-Baştan beri öyle bir enerji veriyorsunuz. Bu mesleği severek yapıyorsunuz.
-Bu meslek başka türlü yapılamaz ki... CERN’in girişinde kimlik kontrol edip araçlara kapı açıp kapayan insanların sizden daha fazla maaş aldığını biliyorsanız şayet... Siz günün onaltı onyedi saati çalışırken, bunu para için yapmanız söz konusu olamaz. Bunun yerine gidin kapıda kimlik kontrol edin daha fazla para kazanırsınız.
-Hangi görevi üstleniyorsunuz, kaç saat çalışıyorsunuz, neler yapıyorsunuz CERN’de?
-Demin dediğim gibi, şu anda burada deneyler durmuş durumda, bir takım yenilemeler söz konusu. Bunlardan biri de yazılım alanında. Bu deney aletinin dedektörünü bir fotoğraf makinasına benzetecek olursak, bu bir göz, bütün olanı biteni görüyor. Fakat bilgilerin gözden beyine iletilmesi gerekiyor ki beyin bunları değerlendirebilsin. Burada beyin de bizim bilgisayar merkezi. Burada bilgileri oradan oraya taşıyan bir iletişim merkezi olmalı. Şu anda benim üzerinde çalıştığım konu tetikleme ve veri toplama sistemi.
-Bu ne anlama geliyor?
-Çarpışmalar oluyor, saniyede 40 milyon... Fakat bizim yazabileceğimiz veri miktarı sınırlı, çünkü teknolojimiz sınırlı. Dolayısıyla bunun girişlerini seçmeliyim. Buna “tetikleme sistemi” deniyor. En ilginçleri deney alanlarındaki bilgisayarlardan seçildikten sonra bunların seçile seçile, elene elene, ilginç olmayanları atıla atıla gidip teybe kaydedilmesi lazım. Şu anda bu işin yenilenmesi ile ilgili çalışıyorum.
Ayrıca öğrencilerimle birlikte 2012’de toplanan verilerin değerlendirilmesinde çalışıyorum. Bu başka bir iş. Türkiye’de bir takım projelerin peşinden koşuyorum, o da başka bir iş.
-Hangisi sizin için daha heyecan verici?
-Veri analizi tabii ki... Ama herkes veri analizi peşinden koşup yazılımla veya donanımla uğraşmazsa o verileri analiz edeceğimiz bir deneyimiz de olamaz. O yüzden biraz ondan biraz ondan yapmak lazım. Hep baklava yemek olmuyor.
“BAŞBAKAN’A BİR MEKTUP YAZDIK”
-Uzun süre Türkiye’nin CERN’e üye olmasına dair haberler okuduk. Sonra gözlemci statüsünde karar kılındı, üye olunmadı. Türkiye CERN’e üye olmalı mı? Üyelik ne kazandırır Türkiye’ye?
-Biz bilim insanları tam üye olmayı beklerken, Türkiye’nin tam üye olmaktan vazgeçip benim yedek kulübesi dediğim yeri tercih etmesi bizim için kötü bir sürpriz oldu. Kırk elli kişi oturduk ve bu konuda Başbakan’a bir mektup yazdık, belki görmüşsünüzdür. Doktor, yardımcı doçent, doçent, profesör olan kırk elli kişi bu yapılanın yanlış olduğu, bu karardan dönülmesi gerektiğini belirten bir mektup yazdık. Buna cevabı dolaylı yoldan Bilim Teknoloji ve Sanayi Bakanı verdi. Dedi ki, CERN’de her şey hazır, bütün müteahhitlik işleri bitmiş, bize bir şey kalmamış. Tam üye olup 40 milyon vermektense bu şekilde yedek oynayalım, 4 milyon verelim, ileride de tam üyeliğe başvurmak için hakkımızı saklı tutarak...
Belki önce tam üyelikle benim “yedek kulübesi” dediğim asossiye üyeliğin farkından bahsetmek yararlı olur. Tam üye olduğunuz zaman karar mekanizmasında yeriniz oluyor. Teknoloji transferinde öncelikli ülke oluyorsunuz. Eğitim programlarından yaz öğrencilerinden tutun da, ortaokul, lisedeki fizik öğretmenlerinin eğitimine kadar öncelikli rolünüz oluyor. CERN’in yıllık bütçesinin 1,1 milyar dolar olduğunu söylemiştim. Bunun yarısı personel giderleridir, yarısı da araştırmalara harcanır. Bundan kasıt hızlandırıcı yapılır, dedektör yapılır, bilgisayar alınır. Dolayısıyla bunların alımı için ihale olur. Tabii bu ihalelerde de üye ülkelerin şirketlerinin önceliği vardır. Bir şey alınacaksa bunun üye ülkelerde olmadığı ya da kötü olduğu ispatlanmak zorundadır ki bunu gidip başka bir ülkeden alsın. Assosie üyelikte tabii böyle şeyler yok. Üst sınırda ülkeler var, eğer dünyanın iyi ekonomisi olan ülkelerindenseniz, üretiminiz üst teknoloji ile oluyorsa bundan korkunuzun olmaması gerekir. Ben tuvalet kağıdı değil, ürettiğim yüksek teknolojiyi satarım demem lazım. Türkiye bunu tercih etmedi, dedi ki 40 milyon yerine 4 milyon veririm. O zaman da CERN dedi ki -gerçi hoş bu da imzalanmadı, nerede tıkandığına dair bir fikrim var ama söylemeyeceğim. Çünkü iş kurumlarda değil insanlarda tıkanıyor- Konudan konuya atlıyorum, çünkü bu benim kafamı uzun süredir meşgul eden bir konu...
Aynı kurumun başına birini koyuyorsunuz, o kurum öğrencileri destekliyor, burada üyelik için başvuruyor, kitapçıklar yayınlıyor, okullar düzenliyor, sözler veriyor, insanları getiriyor, götürüyor, son derece faal yani. Sonra siz o kişiyi vazifesinden alıyorsunuz, şu veya bu sebepten istifa etmesine sebep oluyorsunuz, bambaşka bir adam geliyor, o diyor ki, siz şimdiye kadar öğrencilere çok para verdiniz, ben bunun yarısını kesiyorum. Neden yarısını da %20’sini veya %70’ini değil. Neden? Çünkü canı öyle istedi. Maalesef Türkiye’de kurumlar kurallarla, kanunlarla değil, insanların keyiflerine göre yönetiliyor. Bu beni delirtiyor, bu beni gerçekten delirtiyor! Kurumun başına iyi niyetli biri geliyor, kurum yıldız gibi parlıyor. Kurumun başına hiçbir şeyden anlamayan biri geliyor, kurum da bütün o yapılan güzel işler de berbat oluyor, batıyor!
“DUVARA KOŞUYORUZ ŞU ANDA”
-Sanırım bu işleyiş İsviçre’den, yani her uygulamanın halkın onayından geçtiği bir ülkeden bakılınca insanı daha da rahatsız ediyor.
-Tekrar Türkiye’nin sadece 4 milyon vererek asossiye üye olması meselesine dönersek... Bu şunu getiriyor, Türk firmalarının CERN’de tabii ki bir hakkı olacak, ama alacakları toplam ihale 4 milyonla sınırlı olacak. Eğer tam üye olsaydık, tamam belki cebimizden 40 milyon çıkacaktı, ama o yapılanın bize getireceği şey sınırsız iş alabilme olacaktı. Eğer siz diyorsanız ülkeyi şöyle büyüttük, böyle geliştik, elimizde Vestel var vs., bu şirketlere Avrupa’da biraz şans tanımak lazım, bu arenada kendilerini göstermeleri için... CERN’e üye olmak Türkiye’nin ‘ben birinci sınıf ülkeyim, ben bilime şu kadar para yatırıyorum diyerek kendi kendine söz vermesi anlamına geliyordu. Türkiye bundan kaçtı, bu bence çok kötü, felaket! Duvara koşuyoruz şu anda!
“BİR TAKIM MÜHENDİSLİK ÇİZİMLERİ KAPALI TÜRKLERE”
-Türkiye’nin tam üyelik durumunda ihale almak falan dışında, Türkiye’deki üniversiteler açısında daha fazla kazanacağı şeyler yok mu?
-Türkiye’deki üniversitelerin CERN’e üyelikten kazanacağı şeyler; eğitim, araştırma, bir takım toplantılara ev sahibi olmak olacak. Ayrıca teknoloji transferinin sadece şirketlere yarayacağını düşünmemek lazım, tabii ki bilim insanlarına da yarayacak. Türkiye’de olmayan bir takım teknolojiler, mesela elektromıknatıs üretme bilgisi aktarılacak. Türkiye CERN’e üye olmadığı için bir takım alet ve yapıların mühendislik çizimleri kapalı Türklere. Üyeliğin getirisi bunlardan yararlanabilme imkanı olacak.
“VERİ TABANLARINDA TÜRKİYE YOKTU, ATİNA DİYE KAYDETTİ ADAMLAR”
Türkiye’de birçok eksiklik var, bunlardan bir tanesi doktora sonrası araştırma sorunu. Ben doktora sonrası buraya geldim. İki yıl araştırmadan sonra Amerika’ya gittim. Ama bu gerçekten bir mucize idi. CERN sisteminin buna alışık olmadığını şöyle gördüm; beni kaydedemediler, çünkü veri tabanlarında Türkiye yoktu. Atina diye kaydetti adamlar. Üniversitelere böyle bir faydası olacak Türkiye'nin CERN üyeliğinin. Yani doktorasını alan adamı buraya yollamak veya burada doktora yaptırmak olacaktı... Bunu büyük ihtimalle kaçırıyoruz.
İKİNCİ BÖLÜM: 'Hala silahtan daha ucuz bilim yapmak!'

KAYNAK: 
http://www.demokrathaber.net/teknoloji-bilim/cern-artik-fizigin-mekkesi-h20690.html