Başka ülkelerin iç işlerine karışması ve aldığı keyfi kararlarla her an dünyanın sıcak gündeminde kalmayı başaran Amerika’nın iç meseleleri de her daim kurgu âleminin vizyonunda… Askeri yapımlardan ayrılıkçı sorunlara, türlü vesilelerle beyazperdede yerini alan filmlerin yanı sıra toplumsal yaşama ayna tutarak Amerikan gerçeğini aktaran işler de bir hayli… Nitekim 1950’li yılların banliyö atmosferinden bir kesit sunarak dönemin sorunlarını sergileyen ‘Suburbicon’ da bunlardan biri!

Senaryo yazarları arasında Coen kardeşlerin olduğu, yönetmenliği George Clooney tarafından yürütülen ve Matt Damon ile Julianne Moore’u başrollerinde buluşturan ‘Suburbicon’ filmindeki Amerikan gerçeği ilgiye değer mi, diye soracak olursanız… Filmin içeriğini özetleyerek başlayalım değerlendirmemize.


GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ‘SUBURBICON’ MANTIĞI

Amerikan rüyasının, günümüzde doğanın tüm güzelliklerini öldürmeye yeminli biçimde mantar gibi çoğalan toplu konutlu ‘kent’ olumsuzluğuyla buluşturmak istercesine ‘Suburbicon’ denilen yerleşim projesinin tanıtımını yaparak açılan film, kendi alışveriş merkezinden itfaiye ve güvenlik birimine her tür olanağı bünyesinde barındırarak Amerika’nın dört bir yanından insanların koşturup geldiği bu konutların faziletlerini anlatmanın ardından bölge sakinlerinin sahte mutlulukla maskelenmiş yaşamlarındaki huzursuzluğa tanık ediyor seyircisini.

Sözde mutlu ve huzurlu yaşam tablosu çizen ‘Suburbicon’a yeni taşınan ailenin siyahi oluşunun yarattığı huzursuzluğu ve melek görünümlü insanların bir anda ırkçı şeytanlara dönüşümünü ironik bir dille aktaran film, bir yandan ırkçılığı ‘medeni gelişim yetersizliği’ bahanesiyle kamufle eden kasaba sakinlerinin ayrımcı söylemlerini veriyor, bir yandan da siyahi aileye komşu olan Lodge Ailesi’nin içinde dönen olaylara yöneliyor… Ki bu yönelişin başlangıcı da ne istedikleri belli olmayan saldırganların estirdiği gizem havasıyla olmakta!


Hâlihazırda Amerika’nın güneyinde olanca canlılığıyla sürdürülen ırkçılık olayını baştan öne çıkartıp devamında siyahî çocukla oyun oynamakta sakınca görmeyen Nicky ve Lodge Ailesi’nin öyküsüne ağırlık veren senaryo, yeni gelenlerin sanılanın aksine beyaz değil siyahî oluşuyla başlayan toplumsal sorunu ‘Beyaz Amerikalıların medeniyet seviyesiyle övünme’ noktasına bağlarken, Lodge Ailesi’nin başına gelenleri de dramdan suça uzanan bir süreçle sergilemeyi tercih etmiş. Bunu yaparken de, içeriğini daha kayda değer kılmak için, insanların o çok övündükleri medeni hallerinden nasıl uzaklaşıp acımasızlaşabileceklerini kara komedi olarak yansıtma yoluna gitmiş. İyi bir taktik. Zira böylece yaşanılanların daha iyi özümsenmesi ve akılda kalması kolaylaştırılmış.


İki adamın gecenin bir vakti Lodge Ailesi’nin evini basması ve teyze dâhil aile bireylerini bayıltmasıyla gelişen dram-suç sarmalında Amerikan kadınının erkek şiddetine maruz kalmasından, ihanete… Sigorta şirketinden, tefeci mafya varlığına farklı temalara yer verilmiş olmasıyla kapsama alanı geniş bir konuya dönüşen ‘Suburbicon’un bu evresinde beyaz Amerikalıların ‘Biz medeniyiz. Siyahların bizimle eşit olup aramıza karışabilmesi için onların da bizim medeniyetimizin-kültürümüzün gereklerini öğrenmeleri şart’ mantığının söylem-eylem ikileminde nasıl çöktüğünü rahatlıkla görmek mümkün.


Ayrıca ‘Kent’ adı altında pazarlanan bahçeli villalar-binalar topluluğunda oturmanın aslında dışarıdan göründüğü kadar doğru bir seçim olmadığını, ‘mahalle baskısı’ tarzında gelişen ırkçılık saldırganlığıyla ve sahtelikleri konuşmalarından akan komşuların birbirlerinin hayatına müdahil olma rahatlığıyla ortaya koyan yapımın, bu özelliğiyle de geçmişten günümüze köprü kurduğunu söyleyebiliriz. Keza kendilerine uygulanan fahiş fiyat nedeniyle market alışverişi dahi yapamayan, evleri taşlanan siyahî ailenin hiç ilgisi yokken beyaz Lodge’ların başına gelen olayların sorumlusu olarak dillendirilmesi de, kendisini hep haklı görme mantığını halen sürdüren Amerikan gerçeği olarak ‘Suburbicon’da karşımıza çıkmakta.
İlaveten aile olgusunun ihanet ve para denkleminde dibe vurduğu gerçeğinden hareket ederek ilerleyen yapımın, Amerika’nın banliyölerindeki beyazların, dışa yansıttıklarının aksine, ahlaki açıdan kokuşmuşluk içinde olduklarını… Siyahîlere ırkçılıkla yaklaşırken kendi aralarında da mensup olunan cemaat üstünden ayrımcılık geliştirdiklerini ve siyahîler gibi olmasa da Yahudilere karşı küçümseyici bir tavır takındıklarını ele aldığını belirtelim.


NETİCEDE:
Kapitalizmin ve sömürünün yükselen değer olması sayesinde, geçmişten günümüze toplumsal mantıkta bir değişim-gelişim yaşanmadığını, Amerikan rüyasının kofluğu üstünden anlatan ve 1950’li yılların yaşam detaylarını vererek bizi o atmosfere götüren ‘Suburbicon’, bilinen problemlerin ironiyle ele alındığı farklı bir tat. Püf noktası da, kötülüklerin cezasız kalmayacağı iyimserliği sergilemesi ve farklılıklar arasındaki dostluğun çocuklar arasından başlayacağı mesajı!

Anibal GÜLEROĞLU
www.twitter.com/guleranibal