‘Korku batıI inançIarın temeI kaynağıdır, zuImün de birçok kaynağından biridir. Korkuyu fethetmek, biIgeIiğin başIangıcıdır’
demiş filozof ve toplumsal eleştirmen Bertrand RusseII. Gerçekten de insanlığın en büyük zaafı korkulara esir düşmek! Korkulara yönelik bu zaafı çözümleyip onlara hükmetmeyi başarmak bu açıdan çok önemli. Böylece her şeyi yönlendirme gücü kazanılmış oluyor zira.
Nitekim korku filmlerinin altında yatan mantık da aşağı yukarı bu doğrultuda… Korku zaafını doğru biçimde analiz eden sinemacılar o denli etkili detaylarla veriyorlar ki korku olayını, insanlar korktukları halde bir türlü seyretmekten vazgeçemiyorlar. Böylece korku, seyirciyi fethetmiş; sinemacı da korkuyla etki etme bilgeliğine erişmiş oluyor. Tabii bu noktada Romalı politikacı Claudius’un ‘BaşkaIarını korkutanın, kendisi de hep bir korku içinde yaşar’ sözündeki gerçekliği de unutmamak lazım!


 
Nasıl ki; “Hayatta olmak için çılgın bir zaman. Dünya nüfusu 8 milyara yaklaşırken anlamak için fazla ciddi sorunlarla karşı karşıyayız. Beklenmedik bir oranda yok olmaya tanıklık ederken… Ekosistemler çöküyor, göçmen krizleri hükümetleri altüst ediyor. Şizofren gibi görünen bir ABD, dönüm noktası olan bir iklim anlaşmasına arabuluculuk ediyor ve aylar sonra geri çekiliyor. Antik kabile anlaşmazlıkları ve inanışları savaşa ve bölünmeye yol açmayı sürdürüyor. Bilinen en büyük buzdağı Antarktika buz sahanlığından kopuyor ve denize sürükleniyor. Aynı anda anlaşılmayacak kadar saçma sorunlarla yüzleşiyoruz: Güney Amerika turistleri kıyıya vuran yavru yunusları bir öz çekim çılgınlığında boğarak öldürüyor; siyaset spor müsabakalarına benziyor. Bazıları arzuladıkları her türlü eti sipariş edebilirken insanlar hala açlıktan ölüyor. Ayak izimizin bir türü tehlikeli bir şekilde sürdürülemezken biz yine de gezegenimizin ve üzerinde yaşadığımız yerin dış görünüşünü inkâr ederek yaşıyoruz’’ açıklamasıyla bir bakıma kendi iç dünyasındaki korkuları dışa vuran yazar/yönetmen Darren Aronofsky’nin vizyondaki filmi ‘Anne!/Mother!’ filminin, korkunun ötesine geçen özü için de aynı mantık devrede.


 
ERKEĞİN DÜŞÜNSELİNDEN DOĞAN ‘ANNE!’ KORKUSU

‘Kadınlar zayıftır ama anneler kuvvetlidir’ demiş Victor Hugo… Ama tabiatın da analıkla özdeşleştiği yaşamda annelik gücü nereye kadar? Doğayı kötülüğüyle talan eden insanlık, kadını yalnızlığa iten erkekler ve kadının, kadına düşmanlığıyla yaşanan gelişmeler anneliğin sabrını sınama gerilimi olmuyor mu bir yerde? Dahası erkeğin karakterini ve yaşamını etkileyen korkuların temelinde de anne figürünün etkisi mevcut. Dolayısıyla anne bir yerde toplumun yüzleşme kavramı. Nitekim erkeğin elindeki taşla yanmış evi mucizevî biçimde yenilemesine tanıklık ettirerek ‘Bazı korkular düşüncelerinizin ötesindedir’ diyerek izleyicinin beyin aktivitesini, karmaşık duyguları ve korkularıyla tavan yaptırmayı hedefleyen ‘Anne!’ filmi de, erkeğin düşünselinden doğan ve gerçekle hayali iç içe geçiren bir gerilim!
 
Kadını ailenin dişi kuşu olarak değil de, erkeği sevgisine hapsetmeye çalışıp çocuk arzusuyla bağımlı hale getiren ve bir anlamda yalnızlığa sürükleyen obje olarak gören yapım başlangıçtan itibaren kadını cehennem ateşinde yanmaya layık gibi algılatmaya müsait bir içerik diline sahip.

Yönetmenin ‘Aile, dış dünyanın etkileriyle bozulur-parçalanır’ mantığını devreye sokarak ilerleyen ‘Anne!’de korkuları, düşüncelerin ötesine geçiren olgu, erkeğin bilinçaltında besleyip büyüttüğü aileden kopma arzusu! Görselliğiyle akılda iz bırakmayı fazlasıyla başaran yapım, kırsalda kadının kendi eliyle dizayn ettiği evde erkeğiyle ve çok arzuladığı çocuğuyla birlikte yaşam hayalindeyken, yazar olan erkeğin aile içine başkalarını dâhil edip bu hayalleri bozma korkusundan beslenmekte. Mutlu görünen bir yuvayı bilinçaltı korkularla kâbuslar evine çevirmeyi başarırken ses ve görsel açıdan psikolojik gerilime oynayan film, gerçeküstü bir atmosfer yaratıp seyircisine burada cennetten cehenneme dönüşen bir yuvayı ve daha geniş kadrajda insan eliyle tahribata uğrayan dünyanın ürkütücü tablosunu resmetmekte.


 
Düzenle kaosu birlikte sunmayı seçen ve tasarladığı öykü yolculuğunu belli ayraçlarla kolayca anlaşılabilir kılan yönetmen, merak uyandırma veya istikrarlı bir içerik sunma kaygısı taşımadığını gayet net ortaya koyduğu… Kimi yerde kafası karışık-dağınık yapıda görünse bile aslında belli bir konuya odaklandığı çabucak anlaşılan filmde bir kadın-bir erkekten oluşan, yabancılara kapalı aile düzenini sevginin dahi kurtaramayacağını, monotonlukla gelişen ilhamsızlığın erkeğin hayatını karartacağını vurgularken bir anlamda başkalarıyla paylaşılan hayatın özendiriciliğini de yapmakta.
Evdeki ürkütücü bodurumu, erkek zihnindeki gizli kapaklı ve art niyetli bölümlere benzeten… Eve gelen her misafirle erkek zihninin dışa yönelimine yeni bir katman açan senaryo, aile hayatına giren yabancıların kadının üstündeki olumsuz etkisini, canlıya dönüştürüp karakterleştirdiği evle birleştirip alabildiğine yaratıcılığa sahip bir gerilim şölenine sürüklüyor seyircisini. Kadının hamileliğiyle yeni bir bakış açısı kazanan erkeğin gelgeç duygularıyla gelişen aileyi yok edici bencilliğin karşısında doğacak çocuğunu ve yuvasını korumaya çabalayan ‘Anne!’nin savunma mekanizması devreye girerken, yönetmenin insan bencilliğini ve egosunu resmetmek adına, adam ve kadın üstünden Tanrı’yı kişileştirme-dişileştirme çabası da gösteriyor kendini.


 
İnsanların bencillikle geliştirdikleri tüketimi ve yok ediciliği, çiftler arasındaki sevgi gibi kişisel duygulardan sömürülen-kirletilen doğaya, farklı yansımalarla ele alan filmin mesajcılığına gelince… Hikâyesini, ‘Tanrı, insanoğlunu kendi suretinden yarattı’ hadisinden yola çıkarak geliştiren senarist-yönetmenin yorumlarıyla, Tanrı sevgisini bencillikle bağdaştırmasını bir yana bırakırsak… Asıl dikkate alınması gereken mesaj, anneliğin yüceliğine dair! Bu açıdan filmin dünyadaki tüm savaşların, sömürünün ve doğa katliamı gibi olumsuzlukların ‘Anne’ sevgisiyle son bulacağını… Dünyanın geleceğinin, çocuklarını beklentisiz ve saf bir bilinçle seven annelerin elinde olduğunu gerçekle kâbusların iç içe geçtiği bir gerilimle aktarması da, korkutuculuktan çıkıp düşündürücü bir çehreye bürünüyor.


 
KISACASI; Jennifer Lawrence ve Javier Bardem ile elini güçlendiren ‘Anne!’ için yönetmenin Tanrı’yı kadınlaştırdığı bir çalışma diyebiliriz. Kadının özveriyle çabaladığı aile ortamında sevgi ve fedakârlıkta sınır tanımazken, bu aile yapısını bencilliğiyle harcayan erkeğin, sevmeden sevilmeye ve sadece almaya odaklı bir yapıda olduğu gerçeğini karanlık biçimde öyküleştirmiş bir gerilimin aydınlık yüzüyse… Anne olan kadının gücünü üste çıkartmasıysa, erkek egoizmiyle dolu bilinçaltından doğan korkularla psikolojik baskıcılığa bürünen filmin aydınlık yüzü! Bu yüz sayesinde kadın sevgisiyle cennete dönüşen yuvanın erkek egosuyla cehennemleşmesini izlerken sadece gerilmekle kalmayıp insanlığın ve dünyanın gidişatını da düşüneceksiniz.

Anibal GÜLEROĞLU
www.twitter.com/guleranibal